Yıllardır söyleniyor bu gidişat, gidişat değil diye…Nerede ise çeyrek asır oldu… Bir tuhaf adamın iki dudağının ucundaki iç, dış politikalarla ülkenin getirildiği hale bakın…
Yüzlerce emekçi ana neden olarak hayasızca yürütülen kar maksimizasyonu sürecinde madenlerde, inşaatlarda biçare serçeler gibi can verdi, vermekte…
Ülke, geleneksiz, diplomatsız ve diplomasız politikalarla, kendi güvenliğinden çok deniz aşırı güçlerin taşeronu olma aymazlığına mahkum edilerek Ortadoğu bataklığına iyice saplandı…
Yargı ve hukuk başta olmak üzere acze düşürülmüş cumhuriyet kurumları, güvenlik güçleri, son derece eşitiz bölüşüm-gelir dağılımı ile sosyo ekonomik buhran ve çöküntu bütün bunların üzerine tüy dikti ve de dikmekte…
Bir türlü doymak bilmeyen hazret ve şürekâsı ise köprü, hava alanı, kanal, ihale, ithalat falan diye korkunç rantlar peşinde…
Yolsuzluk ve çürümüşlük almış başını gitmişken, bunca kokuşma çürüme yandaş ya da maalesef “evladı ayal evde ekmek bekler…” baskısı altına alınmış yargıda sümen altında..
Ve de “ Yediğin hurmalar, bizi niye ırgalar…”, “Bizi asıl, emperyalist çıkarlarımız, İsrail ve Kürdistan ırgalar…” havasındaki küresel patronlar…
Temel sorun:
Aslında sorun pek o kadar da karmaşık değil. Sorun tek. O da hukukun da, güvenliğin de, dış politikanın da, eğitimin de, gelir dağılımının da, temel hak ve özgürlüklerin de, dinin de, ahlakın da içine edenlere, transa geçilmiş gibi hala koştura koştura oy verilebilmesi… 1930-40’ lar Almanyası’nın alaturkası…
Neden bu duruma düştük?
Neden, Gazi’nin böbrek rahatsızlığı nedeni ile bulunduğu Karlsbad’da kendisini ziyarete gelen bir Türk hanıma daha 1918’lerde söylediklerinde ifadesini buluyor:
“…Yarın elime bir yetki geçerse sosyal devrimi süratle uygularım. Çünkü ben, halkın ve ulemanın benim düzeyime gelmesini bekleyemem. Böyle bir davranışa ruhum isyan ediyor… Halkı bir an önce kendi düzeyime çıkarmaya çalışırım …”(1)
İşte bizce neden bu… Gazi’nin erken ve yorgun ölümü ile sosyal devrimin, aydınlanmanın yarım kalmış olması…
Darbe darbe deniliyorsa asıl darbe Aydınlanma Devrimine vurulan hayâsız darbelerdir…
Cumhuriyet tarihimize şöyle bir bakalım:
II. Paylaşım Savaşı… Ortalığı kasıp kavuran Faşizm-Nazizm rüzgârları… Sınırlarımıza dayanmış Alman panzerleri… İstiklal Savaşını henüz kazanmış yoksul bir ülkeyi savunma endişeleriyle tüm kaynakların bu amaca yönlendirilmesi… Kafasında dolaşan dokuz tilkinin kuyruklarının birbirine değmediği söylenen diplomatik zekasıyla “Ülkeyi savaşa sokmayan”, kendisine “Bizi aç bıraktın” diye bağıran halkına, “Ama babasız bırakmadım” yanıtını veren Milli Şef dönemi…
Ülkeyi savaşa sokmama hünerini gösteren milli şefin, bu kez, zor yılların halk üzerindeki etkileri giderilmeden, savaş sonrası estirilen demokrasi rüzgârlarına kapılarak “erken demokrasi yolculuğunu” başlatması…
1950 Seçimleri… Buram, buram popülizm kokan, demokrasi tecrübesinden yoksun bir iktidar ve Aydınlanmaya ilk büyük amansız darbe: Aydınlanmanın meşalesi Köy Enstitülerinin kapatılması…
Ve döneminin en ileri Anayasalarından olan 1961 Anayasası ile siyasi, sosyal hak ve özgürlüklerinin ayırdına varmaya başlayan halkın, “Toprak işleyenin, su kullananın !”diyen rahmetli Ecevit’i, 12 mart sürecinin “Sosyal gelişme, ekonomik gelişmeyi geçti” “Bu elbise(anayasa) bize bol geliyor.” teranelerine rağmen iktidara getirmesiyle ülkede milli eğitimde Üstündağ’lı, TRT’de Cem’li yeni bir aydınlanma rüzgarının esmeye başlaması…
Ve de iç ve dış mihrakların bu kısa süreli rüzgârı, bu kez de ülkeyi iç savaşa sürüklemekte olan sağ- sol kavgasının dramatik sonucu olan 12 Eylül 1980 darbesi ile kesmesi…
1980’lerden bu yana ise sistematik ve giderek artan biçimde Aydınlanmanın Homo Sapiens’ini (Düşünen, sorgulayan insan), Homo Economicus’a dönüştürme operasyonları
Toplumun yarım kalan Aydınlanma Devrimini yaşam biçimi olarak özümsememiş kesimlerine sosyal hiyerarşideki konumlarına göre ihale, haksız zenginleşme, servet transferi, iş, makam, siyasi ikbal sağlayarak, yoksul kesimlere ise iane dağıtarak ya da uydurma dinsel motiflerle aidiyet duygusu yaratıp toplumun karpuz gibi önce ortadan ikiye, daha sonra da dilimlere bölünmesi…
Sonuç;
Bugün halka, hepimize, bizlere sandıkta sorulacak soru şu:
a-Aydınlanma Devrimini yeniden canlandırıp, çağdaş uygarlık düzeyini aşma idealindeki onurlu bir ülkenin yurttaşları mı olmak istiyoruz?
b-Yoksa lümpen bir diktatörün yönetiminde her an iç savaşa gebe bir Ortadoğu ülkesi mi?
Çıkmadık canda umut vardır…“B” şıkkının galebe çalması durumunda ise günah bizden gider. O zaman zaten siyasi arenanın çok hareketli olacağı, kartların yeniden karılacağı, kaybedenler kulüpleri ile dolu bir döneme gireceğiz. İşte asıl o zaman enerji ve sinerji’ye (görevdeşlik) ihtiyacımız var…
Dr. Noyan UMRUK
(1) Hıfzı TOPUZ; Gazi ve Fikriye, Remzi Kitabevi, 2001, S:108aa
Yorumlar kapalı.