1990’dan sonra İslamcı belediyeler ve iktidarlar Anadolu’nun Müslümanlaşmasının altını kalın çizgilerle çizerek birçok etkinlik tertip ettiler. AKP’li yıllarda ama en çok da son yıllarda kutlamalar adeta resmi bayram halini aldı.
Malazgirt Zaferi, son yıllarda devletin büyük organizasyonlarıyla kutlanıyor. Bugünlerde devlet erkânı büyük bir organizasyonla bir arada. Resmi tarih uzun zamandır Anadolu’nun kapılarının 1071’de kazanılan zaferle Türklere açıldığını söylüyor. Hepimiz okullardan bu bilgiyi alarak geçtik. İslamcıların Müslümanlığa, Türkçülerin Türklüğe, milliyetçilerin Türk-İslam vurgusuna ağırlık verdiği bir gün 26 Ağustos 1071. Elbette ağırlık verilen vurgu diğerini reddetmiyor.
AKP, son yıllarda 26 Ağustos 1071’i anarken 26 Ağustos 1922’de başlayan Büyük Taarruzu görmezden gelmekle, silikleştirmeye çalışmakla eleştiriliyor.
Ne Anadolu Selçukluları, ne Osmanlılar bu önemli tarihsel olayın üzerinde fazla durmamışlar. Bizde Malazgirt meselesi 1960’tan sonra gündeme gelmeye başlamış. 12 Mart 1971’den sonra ise devlet ricalinin katıldığı etkinlikler düzenlenmiş. 1990’dan sonra İslamcı belediyeler ve iktidarlar Anadolu’nun Müslümanlaşmasının altını kalın çizgilerle çizerek birçok etkinlik tertip ettiler. AKP’li yıllarda ama en çok da son yıllarda kutlamalar adeta resmi bayram halini aldı.
Peki, bu kadar çok konuşulan, hakkında programlar yapılan bir gün, iktidarın ya da resmi ideolojinin çizdiği çerçeve dışında, gerçeğe mümkün olduğu kadar yaklaşmaya çalışarak konuşulabiliyor mu? Konuşmak gerekir.
MALAZGİRT’E GELENE KADAR
10. yüzyılın başında Oğuzlar Hazar Denizi’nin doğusunda bulunuyor, göçebe bir hayat yaşıyordu. On binlerce koyundan, binlerce attan oluşan sürüleri vardı ve bunlar ortak meralarda yetiştiriliyordu. Oğuz beylerinin bu dönemde ciddi bir servet birikimine ulaştığı biliniyor. Kendi topluluklarının ihtiyacı karşılandıktan sonra arta kalan ürünler ticaret yapmaya elverişli bir durum yaratıyordu. Güneydeki kavimlerle bu dönem ticari ilişkiler yoğunlaştı, Horasan ve Maveraünnehir halkı et ihtiyacının önemli bir bölümünü Oğuzlardan karşılıyordu.
Bu dönem bulundukları topluluklardan kopup güneye giden çok fazla kişi ve küçük grup İslam ülkelerinin hizmetine girdi. Böyle bir zeminde İslamiyet’i kabul eden Türklerin sayısı gün geçtikçe artıyor, çeşitli Oğuz beyleri de Müslüman oluyordu. Dinlerini değiştirenler eski dinlerinin inanç, ritüel ve alışkanlıklarını terk etmedi. Din bilginlerinin İslamiyet anlayışından daha çok gezgin dervişlerin din anlayışını benimsemek Türkler için elbette daha kolay oldu.
Türklerle İslam dünyasının ilk temasları aynı zamanda Maveraünnehir sınırında görevde bulunan Arap gazileri aracılığıyla oluyordu. Diğer yandan daha önce servet biriktirme yolu olarak yağma yolunu benimseyen savaşçılar için kutsal savaş, gaza anlayışını benimsemek de kolay oldu. Oğuz Boyları arasında daha önce hor görülen yerleşik yaşam yaygınlaşıyordu. Göçebe hayatta ticaretin karından sürü sahipleri faydalanıyordu. Doğal olarak savaşmayı bilenler başkalarının hizmetine giriyordu. İslam dünyasının doğu ucu bu açıdan da savaşçı Türkler için cazip hale geliyordu.
11. yüzyılın başında İslam coğrafyası siyasi boşluk içindeydi.
Oğuzlar sağlam yapılı bir devlete dönüşecek altyapıya artık sahiptiler. İran devlet kurumsallaşması için bu dönemin hem örneği hem de kaynağıydı. Selçukluların en önemli devlet adamının İranlı Nizamülmülk olması tesadüf değildir.
1040’ta yapılan Dandanakan Savaşı, Selçuklu Devleti’nin kuruluşunun tarihi olarak kabul görür. Mağlup olan Gazneliler de Türk ve Müslümandır. Bu dönemin bütün gayesinin Türklük ve Müslümanlığı hâkim kılmak olduğunu söyleyen tarih anlayışı Türk’ün Türk’le, üstelik Müslüman Türk’le savaşarak devlet kurmuş olmasını açıklamak için fazla gayret göstermez.
Kısacası 11. yüzyılda Selçuklular 11. yüzyılda İslam dünyasının en doğu bölgesi olan Maveraünnehir ve Horasan’a geçmişler, buradan hareketle hâkimiyet alanlarını genişletmeye başlamışlardır. Doğudan gelen, disiplin altına alınmakta zorlanılan Oğuz boyları kuzeye, Bizans Mezopotamyasına akınlar yapmaktadır. Kuzey hayvancılık yapmak, yaşamak için çok daha elverişlidir ve eski anayurda da daha çok benzemektedir. Doğudan gelen kabilelerin Bizans sınırına doğru gönderilmesi Selçuklular açısından zaruridir. Tuğrul, Alparslan ve Melikşah hükümdarlıklarında bir taraftan toprakları genişletmeye çalışmışlar diğer taraftan da disiplin altına alınması zor olan toplulukları sınırlara yönlendirerek yönetmeye çalışmıştır. Selçuklular daha Tuğrul Bey zamanında Orta Asya, İran, Irak ve Suriye ve Anadolu’nun bazı topraklarını fethettiler. Çeşitli Oğuz boylarının 1015’li yıllardan itibaren Anadolu’ya akınlar yaptığı biliniyor. Bu açıdan değerlendirildiğinde Türklerin 1071’de açılan kapıdan Anadolu’ya girdiğini söylemek zor. Onlarca yıldan beri Anadolu toprakları yurt edinilmeye başlamıştı.
SULTAN ALPARSLAN BİZANS’LA SAVAŞMAK İSTİYOR MUYDU?
Tuğrul Bey’in yeğeni Alparslan 1063’te devletin başına geçti. İlk yıllarında iktidarını sağlamlaştırmak için aile içi rakiplerini saf dışı bıraktı. Göçebe Türkmenlere önderlik ederek Gürcistan ve Ermenistan’a yönelik seferler düzenledi. Böylece kuzeybatı sınırı genişliyor, sağlamlaşıyor ve akınlara katılan Türkmenlerin Selçuklu’ya karşı potansiyel disiplinsizliği önleniyordu.
Aslında çok eskilere dayanan ve Türkler dışındaki halkların da özelliği olan göçebelik hareketleri o dönemin İslam kaynaklarından bugüne “cihat” olarak anlatılagelmiş. Bunu çizilen Alparslan resmi tamamlamış. Sultan katı bir Sünni Müslüman olarak anlatılıyor. Nizamülmük’ün bunda payı büyük. Şöyle diyor: “Aşırı otoriterdi ve korku saçıyordu, inançlarında o kadar tutkulu ve fanatikti ve Şafi usullerine o kadar karşıydı ki sürekli onun korkusuyla yaşıyordum.”
Alparslan, Nizamülmülk ve diğer yüksek devlet görevlileri katı Müslüman olsa dahi “fetih” amacının bundan kaynaklandığını söylemek güç. Yaşamak kaygısında olan ve büyük otlaklar arayan Oğuz Boylarını Anadolu’ya doğru sürükleyen gaye bellidir. Bugünün dünyasının değil de o yüzyılın şartlarına göre değerlendirilse daha kolay anlaşılabilir.
Bununla birlikte 1071 yılında Alparslan Bizans sınırlarını aşındırmak hedefini taşısa bile imparatorla karşı karşıya gelmeyi, büyük bir savaşı istemiyordu. Suriye, Filistin ve Kahire’yi içine alan Fatımi devleti Alparslan’ın esas hedefiydi. Malazgirt Meydan Muharebesi Alparslan’ın tercihinden ziyade Bizans imparatorunun hamlesiyle gerçekleşti.
Bizans imparatoru Romen Diyojen yaklaşık üç yıl önce tahta çıkmıştı. İtalya’da Normanlar, Balkanlarda Peçenekler ve Uzlar, doğuda Türkler Bizans’ı tehdit ediyordu. İmparatorluğun başkentinde yönetici sınıflar arasındaki iç mücadele tırmanıyordu. Aynı zamanda Anadolu’da üreten köylüler omuzlarındaki vergi yükünün ağırlığından iyice bunalmışlardı.
İmparator deneyimli bir komutandı. Bizans’ı sınırlar dışında yapılacak saldırılarla koruma politikasını benimsedi. Baharın ilk günlerinde Konstantinopolis’ten büyük bir orduyla Doğu Anadolu’ya doğru yola çıktı. Bizanslı yerli askerler dışında orduda Normanlar, Frenkler, Slavlar, Ermeniler, Gürcüler, Oğuzlar, Peçenekler, Kumanlar’dan paralı askerler vardı. Bizans ordusundaki yetkin komutanların önemli bir bölümü savaşmak için daha uygun koşulların beklenmesini söylediler ama imparator kararlıydı; Alparslan’ın aldığı Malazgirt ve Ahlat’taki kaleleri geri almak istiyordu.
İki ordu birbirine yaklaştığında Alparslan’ın ilk tercihi savaşmaktan yana değildi. Bizans imparatoru ise uzun yolculuğun boşa gidemeyeceğini düşünerek Alparslan’ın anlaşma talebini geri çevirdi.
ALPARSLAN SAVAŞMAYA MECBUR KALIYOR
Bizans ordusunun Konstantinopolis’ten çıkarken çok kalabalık olduğu ama Malazgirt’e gelindiğinde bu sayının düştüğü kaynaklarda yer alıyor. Ama ne kadar azalırsa azalsın Bizans güçleri Alparslan’ın ordusuna göre çok daha kalabalıktır. Alparslan’ın “barış” talebi bu açıdan gayet anlaşılır. Bununla birlikte Selçuklu ordusu atlar, ok, mızrak dışında teçhizat yönünden de zayıftır. Bizans ordusu ise savaş araç gereçleri konusunda oldukça zengindir.
Savaşın tam olarak ne zaman başladığı, çatışmaların nasıl olduğu konusunda ayrıntılı bilgiye ulaşmak zor. Ama yaygın kabule göre çatışmanın Cuma namazından sonra başladığı söyleniyor. Taktik olarak Alparslan’ın ordusunun “hilal taktiği” uygulayarak sahte ricatla avantajlı hale geldiği Müslüman ve Bizanslı kaynaklarda yer alıyor.
Bizans’a göre oldukça zayıf Selçuklu ordusu savaştan galip çıkmış, İmparator Romen Diyojen esir düşmüştür. Güçlü ordusuna rağmen Bizans’ın savaşı neden kaybettiğine dair birkaç veri bize ışık tutabilir. Bizans ordusunda yukarıda bahsettiğimiz halklardan oluşan yabancı paralı askerler ile yerli Bizanslı askerler arasındaki doğal ayrım zor zamanlarda ayrışmaya neden olabiliyordu. Bu kuvvetlerin bir kısmı (Uzlar ve Peçenekler) savaş esnasında Selçuklu tarafına geçti. Komutanlar arasında da ciddi ayrılıklar vardı. Savaş meydanında Selçukluların sahte ricatı bir kısım komutan tarafından “savaş bitti” diye yorumlanmış, onlar geri döndüğünde ordunun büyük kısmı durumu “yenildik” olarak anlamıştır. Bazı komutanlar kendi kuvvetlerini savaşa hiç katmadan geri çekmiştir. Bizans ordusu bütün gücüne rağmen çözülen bir imparatorluğun kuvvetleriydi. Ortak bir savaş amacı taşımaları mümkün değil. Bu duygu Selçuklu ordusunda doğal olarak çok daha güçlüydü. Kazanılacak her çatışma ganimet, yeni otlaklar ve yeni yurt anlamına geliyordu.
SAVAŞ SONRASI NE OLDU?
Alparslan’ın esir imparatora saygılı davrandığı Bizans ve Müslüman kaynaklarının ortaklaştığı bir husus. Serbest bırakılmasından sonra imparator batıya doğru hareket etti. Ancak tahtını kaybetmişti, düşmanları tarafından kör edildi ve 1072 yılında hayatını kaybetti.
Peki, Bizans için Malazgirt yenilgisi felaket mi oldu? Savaşın hemen sonrası için bu söylenemez. Alınan yenilgi ordunun imhasına değil dağılmasına neden olmuştur. Malazgirt Savaşı’yla Bizans’ın iç çatışmaları on yıl sürecek iç savaşa dönüşmüş, iç savaş daha yıkıcı olmuştur. Malazgirt’in bir varlık yokluk savaşı olarak anlatılmasında Diyojen’in günah keçisi ilan edilmesinin de büyük payı var. Bizans bu savaşın öncesinde de sonrasında da daha ağır yenilgiler aldı. Anadolu’nun kaybedilmesi onun kadar sonrasında gelenlerin de başarısızlığı olarak da sayılabilir. Üstelik Bizans 1071’den sonra da yavaş ölümüyle yüzyıllarca hayatta kaldı.
Alparslan ise Malazgirt Zaferi’nden sonra hızlı bir harekete kalkışmadı. Oysa Bizans’ın morali olabildiğince kötüydü ama nüfusu az, yerleşmeye elverişli, siyasal olarak boşlukta olan Anadolu’nun içlerine doğru yürümedi. Geriye, Orta Asya’ya döndü ve 1072 yılında Karahanlılar üzerine yaptığı seferde öldürüldü. Hayatını kaybettiğinde henüz 43 yaşındaydı. Sultanın oğlu Melikşah da iktidarı süresince Anadolu’ya doğru bir hamle yapmadı. Fakat Malazgirt Savaşı’nın öncesinde başlayan Türk topluluklarının ilerleyişi hızlandı. Bu ilerleyiş uzun süre; birkaç yüzyıl sürdü. Bu gelişler bazen Selçukluların icazetiyle daha çok da parça parça denetimsiz şeklinde oldu. 12. yy. başlarında birbirinden bağımsız beylikler Anadolu’da tarih sahnesine çıktı. 13. yüzyılda Moğol istilasından önce de göç dalgaları Anadolu’ya geldi.
Resmi tarih 1075’ten sonra Anadolu’da büyüyen Türkiye Selçuklularının Alparslan’ın Selçuklusuyla organik bağı varmış gibi gösterir. Oysa Türkiye Selçukluları ayrı bir kol olarak varlıklarını inşa etmişlerdir. Türkiye Selçuklularının kurucusu sayılan Süleyman Şah’ın babası Kutalmış, Tuğrul Bey’e isyan etmiş, mücadelesi Alparslan zamanında da sürmüş ve Alparslan’ın kuvvetleriyle girdiği mücadelede atından düşerek ölmüştür.
BUGÜNDEN BAKINCA
Türklerin Anadolu’ya gelişini, o günden bugüne yaşananları anlamaya çalışmak çok önemli. 1000 yıllık tarih yalnızca devletlerin savaşları, hükümdarların taht mücadelelerinden oluşmuyor. Tarih Anadolu’da yaşamaya çalışan, Anadolu’ya sonradan gelen, eken biçen, birbirinden pek çok şey öğrenerek kadim bir kültür yaratan halkların tarihidir.
Türkler dini, kültürel birçok özelliği Anadolu coğrafyasına taşıdı, Anadolu’da bulunan halklardan da pek çok şey aldı. Tarım, ticaret, esnaflık, küçük işletmecilik usullerini büyük oranda burada öğrendiler. Dokumacılık, maden işçiliği, madeni eşya yapımı ve inşaat işlerinde yerli Hıristiyan ustalar, Türkler geldikten sonra da mesleklerini icra etmeye devam ettiler ve Türkler onlara uzunca bir süre çırak oldu.
Anadolu’da birkaç yüzyıl içinde gerçekleşen bu hızlı değişimin nedenini yalnızca “başarılı” savaşlara bağlamak bizi gerçeğe yaklaştırmaz. Çözülen, çökmekte olan bir imparatorluğun sömürüsünden bunalmış yerli ahali yeni gelenleri kabul etmede ayak diremez. 13. yüzyıla gelindiğinde bu hareketlilik sonuç verir; tarım, ticaret, küçük üretim yönünden Anadolu şehirleri canlanır.
Anadolu’nun bu süreçle Türklerin, Müslümanların yurdu haline gelmiş olması bir sonuçtur. 1000 yıl önce yapılan göçlerin, akınların ve savaşların bu gaye için yapıldığının söylenmesi gerçeği ifade etmiyor. Diğer yandan Anadolu aynı zamanda Hristiyanların, Süryanilerin, birçok inancın; Türklerin olduğu kadar Kürtlerin, Ermenilerin, Arapların, Rumların, Lazların yurdu olmuş. Tarih hepimizin tarihidir.
Son olarak bütün tarihsel olaylar gibi Malazgirt Savaşını da anlamaya çalışmak, tartışmak gerekir. Fakat resmi ideolojinin, iktidarların hamaset ihtiyacı anlamayı zorlaştırıyor. Çünkü onlar için gerçek önemli değil. Bugünün ve geleceğin tahakküm altına alınması için gerekirse tarihi yeniden yeniden yazıyorlar. Yoksa bu debdebeye ne hacet?
“Fetihlerin” kutlamalarla anılması ise ayrı bir tartışma konusu. Onu da başka bir vesileyle konuşuruz, şimdilik burada bitirelim.
KAYNAKLAR
ALEXIAD, “Anadolu’ da ve Balkan Yarımadası’nda İmparator Alexios Komnenos Dönemi’nin Tarihi MALAZGİRT’İN SONRASI”, İnkılap Kitabevi
Carole HILLENBRAND, “Türklerin Efsanesi, İslam’ın Simgesi Malazgirt Muharebesi”, ALFA Tarih
Speros Vryonis, “Küçük Asya’da Orta Çağ Helenizminin Çöküşü ve 11. Yüzyıldan Başlayarak 15. Yüzyıla Kadar İslamlaşma”, Kalkedon Yayınları
Stefanos Yerasimos, “Az Gelişmişlik Sürecinde Türkiye 1 – Bizans’tan Tanzimata” Bilim Araştırma Dizisi
Mustafa Akdağ, “Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi”, YKY