BELGESİZ YAKIN TARİHİMİZ -2. Hiç oyuncağımız olmazdı. Tepeden aşağıya kaymak için kayın ağacından yaptırdığımız tekerlerle adına “kayma arabası” dediğimiz ilkel oyuncaklar özellikle yaz dönemlerinde en zevk aldığımız oyundu. Birbirimizle yarışırdık. Kısa zamanda odunların sürtünmesi ile dingil kırılır, oyun dışı kalırdık. Onun da çaresini gres veya yanık yağ sürerek bulmuştuk. Karne alınca bize hiç kimse bisiklet almazdı. Zaten satıcısı yoktu. Tahtadan tabancalar, fındık dallarından ok yapardık. Okuduğumuz cizgi romanların (Tommiks, Teksas) etkisinde kalıp savaş oyunları oynardık. Bir gün onunun ucuna çivi takan Metin ormanda yakın mesafeden İsmail’i gözünden vurarak kör etmişti. Metin biraz gelişmemiş beyne sahipti. Tüm bahçelerde çeşit çeşit meyveler vardı. Karasu’da çok iyi cins çavuş üzümü bile yetişirdi. Hiçbiri kalmadı. İlçemizde en az üç içkili lokanta vardı. İki veya üç tane de sinema. Büyüklerimiz aldıkları memur maaşı ile her akşam içkili restaurantlarda yer içer eğlenirdi. Sürekli sinemaya giderdik. Babam memurdu. Herkes aynı seviyedeydi. Az para fakat her şeyimiz vardı. Ayakkabı olarak yazları kayruka, kışları lastik çizme giyerdik. Hiç kimse diğerinin kıyafetine fazla etmezdi. Altyapısı olmayan şehirlerde büyüdük. Hiç hastalanmazdık. İlk kez 21 yaşımda doktorla tanılmıştım. Emin amca ilçenin tek doktoruydu. “nefes al, nefes ver ” diyerek muayene yapardı. Ve tahlilsiz ve aletsiz doğru teşhisler koyardı. Tüm çocuklar iyi beslenirdi. Kurban Bayramlarında buzdolabı olmadığı için etler genelde dağıtılır, çok az kavurma yapılırdı. Bayramdan bayrama yeni giyeceklerle tanışırdık. İlkokula siyah önlük beyaz yaka ile giderdik. Ortaokula takım elbise ve şapka ile. Kızlar da şapka takar, ilkokuldaki gibi siyah önlük giyerlerdi. Başkalarını bilmiyorum ama ben sürekli aşık olurdum. Aynı anda iki üç kızı sevebiliyordum. Kızlarla buluşma yerimiz sinemalardı. O dönem sinemaları iyi bir sosyalleşme aracıydı. Anne ve babalarımız çocuk eğitiminden habersiz kişiler olmasına rağmen çocuklara zaman ayırmazdı. Onlar evin ihtiyaçları için mücadele ederdi. Biz de her alanda onlara yardım ederdik. Üç kızdan sonra doğmuş talihsiz bir erkek çocuktum. Annem nereye gitse beni peşinden sürüklerdi. Yobazlık yoktu. Herkes oruç tutar ve teravih namazına giderdi. Siyasi mücadele bugünkü gibi ruhumuza işlememişti. Atatürk Türkiye’sinde yaşıyorduk. İlçede yobazlar, sapıklar, kötü insanlar herkes tarafından bilinirdi. Birbirini tanıyan insanlardan oluşan bir ilçede büyüdüm. Gürcüler, Lazlar, Manavlar, boşnaklar ayrı ayrı mahalelerde otururdu. İlçenin ovası kışın sular altında kalır, yazları sular çekilince Ekim başlardı. Ovada her çeşit ürün yetişirdi. Hiç kimse manava pazara gitmezdi. Bolluk vardı. Sabahları inekler çobana teslim edilirdi. İlçede insan nüfusu kadar inek vardı. Denizköy koyun ve deve doluydu. Orman hemen ilçenin merkezinden başlıyordu. Sonra ne olduysa bozulmaya başladık. Virüsler doğu Karadeniz dağlarından bizim ormanlara yerleşmeye başladı (devam edecek)
Erdal Bıçakcı yazıyor