“Yunanistan’la kayıkçı kavgası yapanları görünce 7 yıl sonra bunlar yine aklıma geldi…24.Ağustos.2020”
Son zamanlarda çok tekrar ettiğim gibi yine söylemek istiyorum ki(2013’ten önce); Türk Milleti, tarih ve kendisi ile acil olarak yüzleşmek zorundadır.
Tarihin farkında olmayan bir milletin geleceğinin çok sıkıntılı olacağı şüphe götürmez bir gerçektir.
Ayrıca toplumun yakalandığı ruhsal hastalıklarında bir an önce teşhis edilmesi ve tedavisine başlanması gerekmektedir.
Bunu gidip gezdiğiniz kaybedilmiş topraklarda daha iyi görüp, anlıyorsunuz…
Bende bu bayramı neredeyse Ege Bölgemizin tamamı ile rahmetli babannemin memleketi Midilli Adası’na giderek sıla-i rahim ile geçirdim.
Midilli Adası’na binlerce Türk vatandaşı bayram gezmesi için gitmişti.
Onlardan duyduklarım, bir Türk için çıldırtıcı şeylerdi.
Ne tarih biliyorlar, ne de bugün yaşadıklarımızın farkındalar.
Hele oldukça eğitimli birisinin “Midilli Adası’nda Türkler hiçbir zaman olmamıştı.
Siz en iyisi bir kiliseye uğrayın.
Kiliseninin kayıtları sağlamdır.
Bakarsınız babaannenizin akrabalarına ulaşırsınız.
Zaten Fatih’te Ortodokstu.
Vatikan izin verdiği için İstanbul’u aldı.
Türk diye bir şey yoktur …” demesi, beni iyice zıvanadan çıkarttı.
Bu arada babaannemin köyü Fila’ya da gittim.
Yazı ile yayınladığım fotoğraf, bu köye ait.
Arkamda köyün ayakta kalan camisi var.
Köyde gezdim.
Asimile olmuş Türkleri gördüm ve bana “Midilli’de adlarını ve dinlerini bilerek değiştiren 10 Türk köyü var ve Türk olduklarını biliyorlar” diyen Nevval Konuk dostumun kulaklarını çınlattım.
Fila Köyü’nde ellerimi semaya açtım, ölen ve katledilen bütün akrabalarım ve tüm müslüman Türklerin ruhuna dualar ettim, Fatihalar okudum.
Gözlerimden yaş gelmedi desem yalan olur.
Erkek adam ağlamaz derler ama ağlar işte…
Çünkü bu topraklarda da Kurban Bayramı oluyor, Hacca gidiliyor, camiler Kuran ile şenleniyor, mevlidler okunuyor, ezanlar arş-ı aleme yükseliyor, selalar veriliyor, sünnet alayları düzenleniyor, düğünler oluyor, kınalı kuzular askere uğurlanıyordu.
Bütün bunları, o toprakları seyrederken gözünün önüne getiripte ağlamayacak, tek bir Türk düşünemiyorum…
Bu gün ise, bahsettiğim topraklar; yıkık minareleri ve tek tük kalmış tarihi mirasımız ile Müslüman Türk’ün yeniden dirilişini bekliyor…
Onun için sizlerle üç yılı aşkın bir süre önce kaleme aldığım “MİDİLLİ’NİN İŞGALİ” başlıklı yazımı yeniden paylaşmayı düşündüm.
Yazıyı yazalı üç yılı geçmiş ama, Türk düşmanları başta iktidar olmak üzere, Türk’e karşı giderek daha da fazla azgınlaşmış durumda…
Midilli Mutasarrıfı Faik Ali beyin çabalarının sonuçsuz kalması gibi benim ikazlarımında yerini bulamamış olduğu endişesi benim için çok can sıkıcıdır…
Okuyun bakalım üç yıl önce neler demişim, sonra da kararı siz verin!
“Hani şu Ayvalık’tan bakıp “yahu burası Midilli mi?” diye konuştuğunuz, Midilli’nin 1912 yılındaki işgalinden size biraz bahsetmek istiyorum.
Bunun kendimce özel bir nedeni de var.
Benim yaşamımda büyük emeği olan babaannem Midilli’li.
Midilli adasının Yunanistan tarafından 1912 yılında işgal edilmesi, askeri ve tarihi açıdan incelenmesi ve Türk kamuoyunun önüne konulması gereken önemli bir konudur.
Atlas Dergisi Eylül sayısını “Ege’deki Yunanistan” ve Para Dergisi’de son sayısını Bosna – Hersek, Hırvatistan, Slovenya, Karadağ, Makedonya, Kosova ve Sırbistanı sayarak “İş yapılacak 7 ülke” diye çıkartınca içimdeki duygular bir kez daha gün yüzüne çıktı ve bazı şeyleri sizlerle paylaşmak istedim.
Midilli’nin işgali, adada yaşayan müslüman Türklere çok pahalıya mal olmuştur.
Çatışmalar sırasında ve bilhassa Osmanlı – Türk askerinin teslim olmasından sonra yerli rumlar çeteler kurarak Midilli’de pek çok taşkınlık yapmış ve savunmasız halka ve camilere saldırarak masum canlara kıymıştır.
Bu kıyımdan babaannemin, anne ve babası da öldürülmek suretiyle nasibini almış ve iki yaşlarındaki babaannem, kahraman bir Türk subayının kucağında Ayvalık’a geçirilerek ölümden kurtarılmıştır.
Daha sonra bu kahraman subayımız babaannemi evlatlık alarak, Karşıyaka Alaybey’de (İzmir) bulunan ailesine teslim etmiş ve kendiside Kurtuluş Savaşına katılmıştır.
Babaannem, kendisinden büyük abisi ve ablasıyla 40 yıl sonra tesadüfler sonucu buluşmuştur.
Velhasıl yüzbinlerce dramdan biri işte.
Ancak Atlas Dergisi’nin Rodos, İstanköy, Santorini, Sisam ve Midilli’yi sayarak “Ege’deki Yunanistan” başlığını atması ve bize Türk adalarını, Yunan Adaları olarak yutturmaya çalışması, nereden nereye gelindiğinin en bariz göstergesidir.
Tıpkı Türk şehri Diyarbakır’ın, Musul’un, Kerkük’ün düştüğü durum gibi.
19.yüzyıl sonlarında Midilli’de 61 cami, 38 hamam, 7 tekke, 4 medrese ve 147 okul bulunuyordu.
Buna karşılık günümüze intikal eden Osmanlı – Türk eseri son derece azdır.
( Adada Türk yoktu diyenlere en müşahhas cevaplar tarihte kayıtlı bu eserlerdir.)
Burnumuzun dibinde Ege’de bulunan Türk adalarını, Yunan kuvvetlerinin ikibuçuk ay gibi kısa bir sürede işgal etmesi, o dönem, içinde bulunduğumuz gaflet, delalet ve ihanet çemberinin boyutlarını göstermesi bakımından çok ilginçtir.
(Ege’de son iki yıldır Yunanistan tarafından işgal edilen 18 adaya ses çıkarmayışımız gibi !)
Telgraf memurlarının büyük fedakarlıklarla çektikleri telgraflardaki yardım feryatları başkent İstanbul’da karşılıksız kalmıştır.
( Bugün Ankara’nın Ege’de işgal edilen adalarımızla ilgili feryatlara karşılıksız kalması büyük benzerlik içermektedir.)
Halbuki Yunan tarafının hedefi; Ege Denizindeki bizim bugün Yunan Adaları dediğimiz Taşöz’den Ahikerya’ya kadar uzanan onbir Türk Adasını kuzeyden güneye ele geçirmek ve Anadolu sahillerini Ege’ye kapatmaktı.
Ve bu işgaller jet hızıyla 21 Ekim 1912 – 03 Ocak 1913 tarihleri arasında gerçekleşti.
Yani Yunan hedefi tutmuş oldu.
Tabii bu işler, hemen öyle pat diye olmuyor.
Midilli’yi işgale hazırlanan Yunanistan, iki savaş gemisini beş ay önce Midilli kıyılarına göndererek hazırlık yaptırıyor.
Bunu gören Midilli mutasarrıfı Faik Ali bey, Türk karasularında adeta alay edercesine dolaşan bu savaş gemilerine karşı gerekli tedbirlerin alınmasını, Osmanlı donanmasının ilgisizliğine de dikkat çekerek Dahiliye Nezaretine gönderdiği telgrafta özellikle talep eder.
Ancak bu çağrılar cevapsız kalır ve adalarımız işgal edilir.
Bu gün başımıza gelebilecek olan şeyleri anlatanlara karşı takındığımız duyarsız tavırları bu ilgisizliğe benzetiyorum.
Size bunları İdris Bostan tarafından yayınlanmış bulunan “Midilli’nin İşgal Günlüğü – 1912” (Küre Yayınları – 2010) adlı kitabından aktarıyorum.
Son misalim ise onca zulüm, katliam arasında Yalı camii imamı Hafız Niyazi Efendi’nin seksenbeş yaşındaki yaşlı babasının yerli rumlar tarafından, tenasül uzvu ve bilekleri kesilmiş, sağ gözü testereli bir bağ bıçağı ile ayrılmış olarak öldürülmesine ait.
Bu yüzlerce birbirine benzer olaydan sadece biri.
(Günümüzde bazı gafillerin ve hainlerin, pazarlık masasına oturduğu pkk’nın yaptıklarına, ne kadar benziyor değil mi?)
Adayı işgal eden Yunanlıların, işgal’de İngiliz botlarını kullanması, Midilli’deki Yunan kuvvetlerinin Girit ve buraya dikkat edin!
Amerikalı gönüllülerle desteklenmesi geçmişte olduğu gibi bugün de nelerle karşı karşıya olduğumuzun bir delilidir.
Bu gün sözde Türk basının hakikatte Türk toprağı olan ve zorla elimizden koparılmış vatan parçalarımızla ilgili olarak,sanki oralar bizim değilmiş yada bizden değilmiş gibi yayın yapması içimi acıtıyor.
( Medyanın, Türkiye ve Türk Milletine ait gerçekleri karartması, herşey için geçerlidir.)
Ve ister istemez, günümüzde yaşananlarla mukayese yapmak zorunda kalıyorum.
Anadolu’ya saldığımız barış gönüllüleri, debreşen bölücülük ve aldığı mesafe, Türk milletinin derin sessizliği ve çözülme emareleri; hatıraların yeniden gözümde canlanmasına sebep oluyor.
Bu gün başkasının olarak gördüğümüz fakat aslında bizim olan topraklarımızı, Midilli örneğinde olduğu gibi gaflet ve ihanetin buluşması ile kaybettik.
İnşallah yeni Midilli faciaları yaşamayız” Gördünüz değilmi?
Ne yüzbir yıldan ne de benim bu yazıyı yazdığım üç yıldan bu yana değişen bir şey yok.
Ümid ederim ibret alır ve ders çıkartırsınız…
Özcan PEHLİVANOĞLU