Günümüz dünyasında, insanoğlu ve diğer canlıların yaşamını olumsuz etkileyen birçok faktör artış göstermektedir. Bu faktörler içerisinde, özellikle küresel iklim değişikliğinin tezahürü; tarım alanlarının daralması, kuraklık, çölleşme, seller ve kasırgalar gibi aşırı hava olaylarının sıklığı etkisinde artış, okyanus ve deniz suyu seviyelerinde yükselme, okyanusların asit oranlarında artış ve buzulların erimesi gibi etkenler olarak vurgulanabilir. Bu etkenler sonucunda, bitkiler, hayvanlar ve ekosistemin yanı sıra insanoğlunun geleceği de risk altındadır. Ayrıca bu etkenlerin neticesinde her yıl artan göç dalgası da cabası. Bir yandan iklim değişikliği yağmur dönemlerini düzensizleştirip, kuraklığın artmasına neden olurken, diğer yandan da hızla büyüyen nüfusun gıda ihtiyacını da artıyor. Küresel ısınma ve iklim değişikliği dünyadaki gıda krizinin de tetikleyicisidir.
BM Gıda Tarım Örgütü (FAO) ve Save The Children (İnsani Yardım Kuruluşu) raporlarında, bir milyarın üstünde insanın açlık çektiği ve yetersiz beslenenlerin sayısının her geçen gün artığı belirtilmektedir. Keza bunun içerisine temiz, kullanılabilir ve içilebilir su kaynaklarının da hızla azalmasını kattığımızda, vaziyetin fiyaskosu ortaya çıkmaktır. Birleşmiş Milletler (BM) tarafından yayınlanan “2030 Dünya Su Raporu”nda da küresel iklim değişikliğinin sadece doğal afetlerle yetinmeyeceği, iklim değişikliği sebebiyle yağışların düzensizleşmesi ve yeraltı su kaynaklarının gittikçe azalması gibi sebeplerin dünyada yaşanacak su kıtlığının en büyük nedenleri arasında yer aldığı vurgulanmaktadır. 2030 yılında dünya % 40 oranında bir su kıtlığı ile karşı karşıya kalacaktır. Bu da, dünyamızdaki gıda ve su krizlerinin derinleşmesini tetikleyecek, aynı zamanda yeni savaşların müsebbibi olacaktır. Aslında şu anda Orta Doğu jeopolitiğindeki güç savaşları her ne kadar petrol ve türevleri üzerine yapılıyor gibi gözükse bile, asli amaçlardan biride Yukarı ve Aşağı Mezopotamya’daki su havzalarına sahip olmaktır.
Sanayi Devrimi ile birlikte kitlesel tüketime yönelik malların üretimi için makineler ve diğer araçlar geliştirilince, çevre üzerindeki zararlı etkiler de artmaya başladı. Çoğu kolonilerden getirilen ucuz doğal kaynaklar ve hammaddeler, Avrupa’da imalat sanayisinin gelişimini teşvik ediyordu. Bunun sonucunda, Avrupa’da hava, su ve toprak kirliliği bölgesel boyuttan çıkıp bütün kıtaya yayıldı. 19. yüzyılın sonunda petrolle çalışan makinelere geçilmesiyle, kömür ve buhar yerine petrole dayalı bir sanayi gelişmeye başladı. Çünkü petrol bol ve ucuzdu. Devletler, çevre ile bu mesele kendilerine zarar verdiği ölçüde ilgileniyorlardı. Bu problemler, sorunların küresel bir boyut kazandığı 1960’lara kadar tam olarak anlaşılamadı. 1972 yılında, İsveç’in başkenti Stockholm’de bir Beşeri Çevre Konferansı toplandı. Konferansta Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) tesis edildi. 1980 yılında, ABD Başkanı Jimmy Carter, “Küresel 2000 Raporu“nu hazırlattı. Bu raporda, nüfus artışının doğal kaynakların tüketilmesi ve ormanların yok edilmesi eğiliminin, hava ve su kirliliğinin ve çeşitli türlerin yok olmasının devam edeceği öngörülüyordu. Bu rapora karşı, iki yıl sonra, Julian Simon ve Herman Kahn, daha az karamsar olan “Kaynak Zengini Dünya: Küresel 2000’e Cevap” adlı bir rapor yayımladılar. Bu arada, Biyoloji Profesörü Garrett Hardin, “Ortak Mal Trajedisi” kavramını ortaya attı. Ona göre, dünyanın kaynakları sınırlıydı ve aşırı kullanım sonucunda bitecekti. İnsanoğlu, dünyanın kaynakları üzerindeki etkilerini dikkate almadan, mümkün olduğunca çok üretim yapmaya yönelmişti artık. Bu trajedinin örneği ise, küresel ısınma ve okyanuslara dökülen zehirli atıklardı.
1980’lerde petrol arzının artması ve petrol fiyatlarının düşmesi ya da sabit kalması sebebiyle kaynak kıtlığı ve çevre problemleri konularına ilgi epeyce zayıfladı. Ancak ABD ve Kanada arasındaki asit yağmuru tartışması, Sovyetler Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ndeki (SSCB) Çernobil nükleer tesislerindeki kaza, Afrika ve ABD’deki kuraklıklar ve ozon tabakasının delinmesi gibi olaylar çevre problemlerine olan ilgiyi tekrar canlandırdı. 1987 yılında UNEP, “Ortak Geleceğimiz“ başlıklı bir raporla çevre ve gelişmekte olan ülkelerin hayatta kalma mücadelesi arasındaki ilişkiyi ön plana çıkardı. Çevre meseleleriyle ilgili çok taraflı çabalar, 1992 yılında Rio de Janeiro’da toplanan “Dünya Zirvesi“ ile su yüzüne çıktı. Çok sayıdaki ülke ve uluslararası organizasyondan temsilcilerin bu zirvede ilgisi sürdürülebilir kalkınma üzerinde yoğunlaştı. Rio zirvesinde, ayrıca, sera etkisini azaltmayı hedefleyen bir “İklim Antlaşması” ile biyolojik çeşitlilik konusunda bir antlaşma ortaya konmuş oldu. Bu sırada, ABD’nin çevre meselelerinin çözümüne katkı yapma konusunda fazla istekli olmadığı dikkat çekti.
Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (BMİDÇS), iklim değişikliğiyle mücadelede ileriye dönük temel bir adım teşkil etmiştir. Bununla birlikte, sera gazı emisyonlarının küresel ölçekte artmaya devam etmesi ve iklim değişikliğinin olumsuz etkilerinin giderek daha fazla hissedilir olması üzerine, gelişmiş ülkelerin bağlayıcı yükümlülükler üstlenmeleri için BMİDÇS’ye taraf ülkeler mevcut sözleşmenin niteliğini güçlendirmek amacıyla, Kyoto Protokolü’nü (KP) müzakere etmeye başlamışlardır. İki buçuk yıla yakın süren müzakereler sonucunda ise, 1997 yılında, 191 ülkeden 2.ooo temsilcinin toplandığı 3. Taraflar Konferansı’nda kabul edilmiştir. Bu protokol, sanayileşmiş ülkelerin sera gazları emisyonunu 2012 yılına kadar üçte birden daha fazla oranda azaltmasını gerektirmekteydi. Bu gazların küresel ısınmaya yol açtığına inanılmaktaydı. Fosil yakıtların yakılması, çimento üretimi gibi faaliyetler sonucu ortaya çıkan karbondioksit, bu gazlar içinde en geniş etkiye sahip olanıdır. Bill Clinton yönetimi tarafından temsil edilen ABD, 1998 yılında protokolü imzaladı. Ancak ABD Senatosu, ABD ve diğer gelişmiş ülkelere uygulanan kısıtlamalar gelişmekte olan ülkelere de uygulanmadıkça protokolü onaylamayacağını ilan etti.
Clinton yönetiminin yerine gelen George W. Bush yönetimi, 2001 yılında ABD’yi Kyoto Antlaşması’ndan çekti. Bush yönetimi, antlaşmanın ABD’ye 400 milyar dolara ve 4,9 milyon istihdama mal olacağını iddia ediyordu. Yine yönetimin iddiasına göre, bu gazların salınımının küresel ısınmaya yol açtığı ya da küresel ısınmanın ciddi bir problem olduğu yolunda yeterli delil yoktu. 2000 yılında, Hollanda’nın Hague kentinde ve Almanya’nın Bonn kentinde yapılan bir dizi toplantının ardından, ABD, AB, Kanada, Rusya ve Avustralya gibi devletler arasında, karbon alıcı olarak adlandırılan ormanlar, okyanuslar gibi doğal varlıkların kullanılması konularında tartışmalar yaşandı. Bu kaynaklar, havadaki karbondioksiti emerek ABD gibi ülkelere fosil yakıtların kullanımını azaltmaktan kaçınma fırsatı veriyordu. ABD, ayrıca, ortaya atılan çözüm önerilerinin ABD endüstrisi üzerinde doğuracağı etkilerden endişe duyuyordu. Böylece bu toplantılar dişe dokunur bir antlaşmaya varılamadan sona erdi. Rusya, nihayet 2005 yılında Kyoto Protokolü’nü imzaladı ve aynı yılın Kasım ayında Kanada’nın Montreal kentinde 180 ülke Kyoto’da oluşturulan hedeflerin nasıl hayata geçirileceğini tartışmak üzere toplandı. Bazı ilerlemeler kaydedilmekle birlikte, kimi ülkelerin antlaşma şartlarına uyma istek ve kabiliyetinde azalma olduğu görüldü. 2020 sonrası iklim değişikliği rejiminin çerçevesini oluşturan Paris Antlaşması, 2015 yılında Paris’te düzenlenen BMİDÇS 21. Taraflar Konferansı’nda kabul edilmiştir. Antlaşma, 5 Ekim 2016 itibariyle, küresel sera gazı emisyonlarının % 55’ini oluşturan en az 55 tarafın antlaşmayı onaylaması koşulunun karşılanması sonucunda, 4 Kasım 2016 itibariyle yürürlüğe girmiştir.
ABD Başkanı Donald Trump’ın seçim kampanyasında verdiği sözlerden biri olan Paris İklim Antlaşması’ndan çekilme kararını imzalaması ile dünya yeni bir kriz ile daha yüzleşmek zorunda kaldı. Trump’ın bu kararı vermesiyle, Paris Antlaşması’nda belirlenen küresel sıcaklık artışı 2 santigrat derecenin altında tutma hedefinin yerine getirilmesini zorlaştıracağını söylemek mümkündür. Ne var ki, Trump’a rağmen, ABD’de hükümetin dışında çok uluslu büyük şirketler (uluslararası işletmeler), bankalar, yerel otoriteler, STK’lar ve topluluklar gibi farklı unsurların iklim değişikliği konusunda elini taşın altına koyduğunu belirtmekte yarar var. Aslında bu hareket bizlere “liderliğin doğası”nın da değiştiğini gösteriyor. Trump çekileceğini açıkladığında, ABD’de “Hükümet olarak çekilebilirsiniz, ama biz hala varız” diyen bir hareket başladı. Bu hareketin Trump yönetimine mesajı netti: Ne istersen yapabilirsin ama biz yurttaş olarak, (dünyamız için) küresel hedefe bağlı kalmamız gerektiğine inanıyor ve karar verdik! Bu, hükümetler arası bir şey olmaktan çıkıp, bir nevi “küresel vatandaşlık” meselesine dönüşüyor ve süreçte tamamen değişiyor. Geçtiğimiz günlerde dünyanın sayılı petrol şirketlerinden olan Shell bile küresel iklim değişikliği yaklaşımı konusunda hissedarlara meydan okumaktan çözüm aramaya yoluna gideceğini ifade etti. Ancak, yatırımcılar petrol ve gaz firmalarının karbon emisyonları konusunda daha fazla şeffaflık ve eylem sunmaları konusunda ısrarlarını sürdürmekte kararlılar. Aynı şekilde, rakip petrol şirketi BP’nin de hissedarları karbon ayak izi konusunda ısrar ediyorlar. Neticede, hem Shell, hem de BP gibi devasa petrol şirketleri, hissedarların endişelerine kesinlikle karşı çıkılmayacağı ve mevcut politikalarında çözüme gideceklerini vurguladılar.
Sonuç olarak; insanoğlu ve tüm canlılar için küresel iklim değişikliği ile yüzleşmenin zamanı geldi geçiyor bile. ABD’den sonra Çin’in iklim değişikliği konusundaki “meşale taşıyıcı” konumuna gelmesi de dikkat çekici bir durum! Çin’den dünyanın diğer ülkelerine aşırı sermaye akışı olması ve bunların çoğunluğunun yüksek karbonlu sektörlere gitmesi ise, işin en ilginç olan kısmıdır. ABD’nin dengelemeden çıkması, Avrupa ülkelerinin devreye girme zorunluluğu doğuruyor ve Avrupa ülkeleri de bu noktada devreye giriyorlar. Nasıl ki George W. Bush yönetimi 2001 yılında ABD’yi Kyoto Antlaşması’ndan çekmek için mücadele ettiyse, şimdi de Donald Trump yönetiminin Paris Antlaşması’ndan çekilme kararı vermesi tesadüf olmadı. Yine bir Cumhuriyetçi Başkan ve politikasının devamı… Aslında hem Amerika halkı, hem de dünyamız için ABD’de Başkanlığa bir Cumhuriyetçi’nin gelmesi olumsuzluklar silsilesinin devamı gibi. Dünyada 2 santigrat derece ısınma, Trump ve zihniyetindekiler için bir anlam ifade etmeyebilir. Ancak şu gerçeği gözler önüne seriyor: Afrika ya da Orta Doğu’nun birçok yerinde kuraklık yaşanıyor. Bu bölgeler, küresel ısınmadan diğerlerinden çok daha fazla etkilenecek. Bölge, zaten politik olarak çok karmaşık ve bu sorunlara Doğu Akdeniz’in deniz seviyesindeki yükselişinin herhangi bir başka bölgeye veya denize göre daha hızlı artacağını eklemek de mümkündür. Böylece, Mısır ya da Lübnan gibi ülkelerde deniz seviyesindeki yükseliş kullanılabilir tüm suların yüksek oranda tuzlanmasına yol açacaktır. Bu, tarımsal alanlar ve insanoğlu için büyük bir sorun olacaktır. Ve tabii ki bölgedeki su mevcudiyeti, her yerde yaşanan kar sorunu nedeniyle yoğun bir şekilde azalacaktır. Sudan, Etiyopya ve Çad gibi birçok ülkede “iklim mültecileri” var olmakla birlikte, bu süreçte muhtemelen daha da artacaktır. Küresel iklim değişikliği, göç sorununun da müsebbibi oldu ve bunu muazzam şekilde arttırdı. Ezcümle; insanların suları yok ise, su için savaşırlar ya da hareket ederler. Dünyamızı daha yaşanılabilir kılmak insanoğlunun elinde. Bizden sonraki nesillere iyi bir dünya bırakmak tüm insanoğlunun sorumluluğundadır. Başka bir dünyamız yok, dünyamıza sahip çıkalım!
Yazar: Güney Ferhat BATI