Son yıllarda dikkat ettiniz mi, ölen ve büyük hayran kitlesi olan sanatçıların filmleri gündemden düşmüyor.
Gönül isterdi ki, Türk Sinema filmleri de Türk Televizyon dizileri kadar Türkiye dışında bilinsin, izlensin…Amma ve lakin, sözün özü, 70’lerde seks filmleri furyası ile canlı kadın etinden beslenen Türk sinemasında 2020’li yıllarda ölen ünlü sanatçıların sırtından geçinme furyası başladı.
İlk önce hangi sanatçının filmi çekildi bilmiyorum ama benim ilk izlediğim Müslüm Gürses’in hayatı olmuştu.
Baktılar ki iyi iş yapıyor, hemen hemen her ölen ünlü ve önemli ölçüde hayran kitlesi olan sanatçıların hayatı beyaz perdeye aktarılmaya başlandı.
Bu sanatçılarımızın o çileli, fırtınalı, yokluk içinde geçen hayatlarını görmezden geldik belki, çünkü sadece ışıltılı yönlerini gösterdi plak, kaset, cd yapımcıları…
Onlar cukkalarını doldururken, ev kirasını bile ödeyemeyen borç içinde yaşadıkları hep gizlendi.
Mesela yakından tanıdığım Neşet Ertaş, o her ne kadar öldü demeyin, yoruldu gitti deyin, dese de, yokluk içinde öldü gitti.
Oysa sağlığında ve ve hala onun eserleri olmadan bir toy, düğün olması mümkün mü?
Bakın bakalım geride ne bıraktı?
Şimdi başkaları yine onların dirisinden faydalandığı gibi ölüsünden de faydalanma peşinde!
Müslüm Gürses, Neşet Ertaş, Dilber Ay, Bergen, Ahmet Kaya, Cem Karaca, Kayahan ilk aklıma gelenler. Hepsinin de geride kalan mirasçıları yapımcılarla bir şekilde mahkemelik oldu veya olmak üzere…
Bugün de gözüme Aysel Gürel ile ilgili bir haber ilişti.
Haber kısaca şöyle: Türk pop müziğine yazdığı şarkı sözleriyle damga vuran Aysel Gürel’in anısına çekilmesi planlanan film bir kez daha rafa kalktı. Birsen Altuntaş’ın haberine göre, Gürel’in hayatını anlatan sinema filminin hazırlıkları sürüyordu.
“Aysel” filminin yönetmen koltuğunda da Özer Feyzioğlu oturacaktı. Filmin senaryosunu Aysel Gürel’in kızı Müjde Ar yazıyordu.
Filmleri eleştirecek kadar kendimi yeterli bulmuyorum ama İzlediğim filmler arasında en başarılı bulduğum çok etkilendiği Müslüm Gürses oldu.
Aysel’in filmini gerçekten merak ediyorum. Çünkü Sezen Aksu ile Hollanda’ya geldiğinde sohbet etme imkanım olmuş, belki de hayatında kimsenin bilmediği birkaç anısını sadece bana anlatmıştı diye düşünüyorum.
Türk Sinemasının kısır döngüsü
Türk sinema tarihine bakıldığında her on yılda Türk sineması aynı konular, senaryolar içinde dolanıp durmuştur.
1950 öncesi çekilen filmler hakkında pek araştırma yapmadım ama 50’den sonra dön dolaş aynı senaryo, aynı uşak, aynı aşçı, aynı şoför… Esas oğlan esas kız değişirken, bildik senaryo “ Fakir oğlan zengin kız; zengin oğlan fakir kız” Fakir bir şekilde ya ünlü biri olarak, ya da yüklü mirasa konarak zengin olur, mutlu sonla biten filmler 50’den 70’lere kadar sürer gider.
70’lerde önemli bazı tarihi ve siyasi içerikli filmler çekilmiştir ama ülkede yaşanan sağ-sol çatışmalarına rağmen erotik filmlerin damga vurduğu yıllar olmuştur ve askeri darbeye kadar sürmüştür. Ayrıca yine aynı senaryo farklı ünlü arabesk sanatçılarının şöhrete kavuşma hikayelerinden oluşan film örnekleri de yabana atılmamalı.
12 Eylül 80 ihtilali ile birlikte başlayan sansür, ne anlatıldığı belli olmayan, “Ben anlamıyorsam demek ki bir şey anlatılıyor “ dedirten türden ve adına “konulu film” denildiğini duyduğum beden dili ile anlatılmak istenenin anlatılmaya çalışıldığı filmler siyasi baskının sonuna kadar sürdü. Ayrıca, 80’li yıllarda aşk filmlerinde genel senaryo, ezilen dövülen, horlanan satılan değil, üst düzey, zengin insanlara kendini pazarlayan “hayat kadını” filmleri damga vurdu.
Özal ile birlikte siyasi ve ekonomik değişimin hızla sürdüğü 90’lı yıllarda ise köşe dönmece, para bulmaca, zengin olmaca filmleri ile geçen yıllar oldu.
2000’li yılların ilk yarısı Türk sinemasının komaya girdiği yıllar diyebilirim.
Televizyon kanallarının artması, dizi filmler sinemayı komaya sokmuş, sinema salonları tek tek kapanıyor, alışveriş merkezi, marketlere dönüşüyordu. Derken, adına komediden başka her şey denebilecek absürt komedi filmlerinin yaptığı gişe, can çekişen sinemaya adeta hayat öpücüğü oldu.
2008 yılında Recep İvedik ile başka bir döneme giren Türk sinemasından 10 yıl ekmek yiyen yedi.
Bir durağanlık dönemi yaşanırken ölen ünlülerin hayatını çekmek ilk kimin akılına geldiyse, bu buluş suyun kaldırma kuvvetinin bulunması, yer çekiminin keşfedilmesi gibi Türk sinemasında bir dönüm noktası oldu.
Diyeceğim o ki, Türk sineması 10’ar yıllık dilimler halinde taşıma su ile dönerken son yıllarda da ölen ünlü sanatçıların hayatlarını anlatan filmler dönemi başladı.
Ölürsem kabrime gelme, filmimi çekme istemem…
Bu gidişle sanatçılar vasiyetlerine, “ Ben öldükten sonra hayatımı konu alacak filmde şu sanatçılar oynasın, gelirinin bir kısmı şu bu vakıfa verilsin” türünden maddeler ekleyeceklerdir.
Bana sorarsanız hiç gerek yok, bırakın o sanatçılar hayranlarının gözünde hep öyle kalsınlar, bilmedikleri yönlerini bilmesinler, duymadıkları acılarını duymasınlar…
Ve bence bu filmler sanatçılara karşı bir ahde vefa değil, dirisinden faydalandık ya da faydalanamadık, bari ölüsünden nasiplenelim demekten başka bir şey değildir.
Gönül isterdi ki, Türk Sinema filmleri de Türk Televizyon dizileri kadar Türkiye dışında bilinsin, izlensin…
Amma ve lakin, sözün özü, 70’lerde seks filmleri furyası ile canlı kadın etinden beslenen Türk sinemasında 2020’li yıllarda ölen ünlü sanatçıların sırtından geçinme furyası başladı.
Özel Not “ Yazmasam olmaz” çünkü: 40 yıl 40 insan 40 öykü kitabını yazarken içinde öyküsü olan Tiyatro sanatçısı sevgili Vedat Gültekin, “ Abi kendi öykünü yazmayacak mısın, demişti. Ben de bu öyküleri yazdıktan sonra baktım ki ben 1600 yıl yaşamışım ( 40×40) demiştim. Şimdi düşünüyorum da benim hayatımdan da on film çıkar, ama şöhretim, hayatım, şiirlerim öldükten sonra film yapımcılarını cezbeder mi bilemem. Eğer, olur ya biri çıkar da benim hayatımı, eşime, çocuklarıma ve akrabalarıma sormadan çekmeye çalışırsa onun da ta…”
Bu da benim vasiyetim olsun..
Yavuz Nufel-NHaber.nl