1. Haberler
  2. Gündem
  3. Erdal Bıçakcı,” Ben de oradaydım!”

Erdal Bıçakcı,” Ben de oradaydım!”

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

BEN DE ORADAYDIM. 1 MAYIS 1977 TAKSİM. (ANILARDAN) Çocukluk yıllarımdan itibaren; hak, hukuk, adalet, eşitlik kavramları ile yetişmiş biriyim. İstanbul’da öğrencilik yıllarıma ait çok önemli bir anımı sizinle paylaşmak istiyorum. 1 Mayıs 1977 gününü bizim yaş grubundakiler mutlaka hatırlar. Sabah Üsküdar Doğancılar’da yanlız yaşadığım Emek apartmanındaki dairemde erkenden uyandım. Aklımda hep Taksimde yapılacak olan İşçi bayramına gitmek vardı. Bir çok arkadaşıma teklif ettiğim halde; hiç kimse benimle gelmek istememişti. Ben de hiç bir şeye aldırmayarak kahvaltıdan sonra Üsküdar-Beşiktaş vapuru ile Avrupa yakasına geçtim. Beşiktaş meydanında onbinlerce işçi ellerinde pankartlar, davul ve zurnalar çalınıyor, türküler söyleniyor, işçiler eğleniyordu. Zaman zaman da 1 Mayıs marşı hoparlörlerden yankılanıyordu. Arada davudi sesli bir işçi sömürüye, adaletsizliklere karşı konuşmalar yapıyordu. Tüylerim diken diken olmuştu. Adeta İstanbul’da devrim havası esiyordu. Çok etkilenmiştim. Ben de bu şölene katılmak istedim ama ben tek başınaydım ve bağıramıyordum. Herkesin iş grubuna göre bir korteji vardı. Oysa içimdeki kızgınlığı ve isyanı haykırmak istiyordum. Kendimi biraz yalnız ve garip hissettim. Etrafıma bakınarak kortejlerin dışından Taksim’e doğru yürümeye başladım. Sürekli kortejlere bakıp, yolda tanıdık bir yüz arıyordum. Mutlaka birini bulurum diyordum. O da nesi! “İzmit Maden-iş” kortejinde teyze oğlu Orhan Kır elinde bir pankart, yürüyüş kolunda bekliyordu. Orhan İzmit Mahle Piston fabrikasında, Maden-İş sendikasına bağlı bir işçiydi. Onu görünce yolda altın bulmuş gibi çok sevindim. Sevinçle koşarak yanına gittim. O da beni gördüğüne çok mutlu olmuştu. Diğer işçi arkadaşları ile tanıştırıp korteje girmemi sağladı. Rahatlamıştım. Pankartın diğer ucunu arkadaşından devraldım. Sohbet ede ede yaklaşık üç saatte Taksim’e varabildik. O kadar kalabalıktı ki, anlatamam. Her yerde davul, zurnalar çalınıyor, halaylar çekiliyor, sık sık faşizm ve iktidar aleyhine sloganlar atılıyordu. Taksim’e varınca kargaşada sağa sola bakarken Orhan’ı kaybettim. Ve kendime her şeyi görebilecek bir yer aramaya başladım. İşçilerin arasından güçlükle kürsünün hemen yanında yüksek bir yer buldum. Uzun bir zaman kortejlerin yerleşmesi beklendi. Sonunda Disk Genel Başkanı Kemal Türker kürsüye çıkıp konuşmasını yapmaya başladı. Ama kısa bir zaman sonra sular idaresi ve The Marmara Oteli tarafından silah sesleri gelmeye başladı. Havada kurşunlar uçuşuyordu. Panikleyip, ne yapmam gerektiğini düşünmeye başladım. Yüzbinlerce insanın olduğu bir meydandan kaçma olanağım yoktu. Çünkü gelenlerin çoğu meydana sığmamıştı. Kuyruklar Beşiktaş, Aksaray, Şişli, Karaköy’e kadar uzanıyordu. İnsanlar çaresizlik içinde sağa sola panik içerisinde kaçıyor, kurşunlar başımızın üzerinden vınlayarak geçiyordu. Silah sesleri ile birlikte polis panzerleri de düşmana dalar gibi insanların üzerine saldırmaya başladı. Gözümün önünde onlarca kişi panzer altında kalıp, eziliyordu. Dehşet ve panik havası vardı. İnsanlar nereye kaçacağını bilemiyordu. Kendimi kürsünün altına atmak üzere hamle yaptım. İki kürsü kurulmuştu. Kürsünün altından ara sıra kafamı dışarı çıkarıp bakarken, 10-15 m. İleride 15 yaşlarında bir gencin vurulduğunu ve bağırdığını gördüm. Sürünerek yanına gittim. Onu da kürsünün altına sürükleyerek soktum. Omuzu parçalanmıştı. Gömleğini yırtarak yarasını ortaya çıkardım. İlk defa vurulmuş bir insan görüyordum. Kan içindeydi. Kendi gömleğimi yırtarak yaranın içine soktum. Kucağıma yatırdım. Omuzunun üstünden, muhtemelen The Marmara Hotel’den atılan bir otomatik mermi ile vurulmuştu. Omuzunda 7 cm çapında geniş bir delik vardı. Adı İbrahim Çalışkan’dı. 500 evlerde oturan bir torna çırağıymış, ve ailesinin haberi olmadan bayrama yanlız gelmiş. Onunla hayatta kalması için sürekli konuşuyordum. Ama silah sesleri durmuyor, kürsünün altında İbrahim kucağımda yattığı için etrafı göremiyordum. Korku içinde silahların susmasını bekliyordum. İbrahim’in üstünde doğru dürüst bir elbise yoktu. Küçük yaştan beri sağlıksız koşullarda çalıştığı için çelimsiz bir vücudu vardı. Yüzü sapsarıydı. Sürekli bana “abi ben ölecek miyim?” diye soruyor, ben de ona “hayır yaşayacaksın, yaran küçük merak etme” deyip moral vermeye çalışıyordum. Dakikalar geçmiyordu. İbrahim’i bir an önce hastaneye yetiştirmek gerekiyordu. Ama silah sesleri artarak devam ediyordu. Güvenlik güçleri silah atanlara değil, mazlum işçilere saldırıyordu. Çok korkuyordum. Ne oluyor diye iki kürsü arasından yukarı çıktım. Kemal Türker tekrar kürsüye gelip halka moral vermeye çalışırken; namlular kürsüye yöneldi. Vurulacaktık. O da, ben de aşağı indik. İbrahim’i tekrar kucağıma aldım. Rengi kararmaya başlamıştı, çünkü kan kaybediyordu. Bir müddet sonra silah sesleri sustu. Korku ile dışarı çıktım. Her yerde insanlar parçalanmış yatıyordu. Üzerinde beyaz önlük olan genç arkadaşlara yaklaşıp, “yaralı var, hemen kürsünün altında” diyerek onları ibrahim’in yanına götürdüm. Beyaz önlüklü genç arkadaşlar Çapa Tıp Fakültesinde okuyan öğrencilerdi. İbrahim ambulansa bana

minnet dolu bakışlarla binerken, elini son kez sıktım. Bana abisinin iş telefonunu vermişti. Evine mutlaka haber vermemi istedi. Olaylar yatışmış gibiydi. Eve dönmek istiyordum. Tam AKM nin önündeydim. Orada iki sol grup jandarma tarafından barikat kurup birbirinden ayrılmıştı. Halkın kurtuluşu adlı örgüt işçilere saldırıp provokasyon yapmaya çalışıyordu. Gümüşsuyu tarafındakilerin arasında Tekrar teyze oğlu Orhan’ı gördüm. O da beni görmüştü. Onun tarafındakiler “tek yol devrim” diye bağıran Dev-sol’culardı. Gezi parkı tarafında olanlar ise Maden iş yani TKP yanlıları. O zaman fraksiyon farklılıklarından pek anlamazdım. Ama dev-sol militanları o kadar ölü varken diğer solcu gruba saldırması tuhaftı. Ortada başka senaryolar vardı. Orhan’da Maden-iş’li olmasına rağmen onların arasına kalmıştı. Albay kimseyi birbirine yaklaştırmıyordu. Yanına gittim “komutanım abim karşıda, biz Anadolu’dan geldik, beraber dönmemiz gerekiyor diyerek kendimi acındırdım. Albay bana acıyarak geçmeme izin verdi. Keşke vermeseydi. Orhan’ın yanına geçmemle jandarma Dev-Solcu ve Halkın kurtuluşu pankartı taşıyanların üzerine saldırmaya başladı. O da nesi, tekrar silahlar atılmaya başlanmıştı, İkinci şoku yaşıyordum. Gümüşsuyu’na doğru koşmaya başladık. Yolda ayakkabı topuğumun biri kopmasına rağmen, dönüp alamadım. Topal topal koşmak zorunda kalmıştım. Orhan’ı orada tekrar kaybettim. Gümüşsuyu Parktan aşağıya çimenlerden yuvarlanarak Dolmabahçe’den kalkan en son tekneye, son yolcu olarak binebildim. Çok şanslıydım. Ve artık güvendeydim. Benim arkamda gelenlerin jandarma tarafından tutuklanmasını motordan izliyordum. Üsküdara geçince rahatladım. Pazartesi günü İbrahim’in abisini arayıp haber verdim. Sonraki günlerde İbrahim’in sağlık durumunu gazetelerden takip etmeye başladım. Arada abisini arayıp konuşuyordum. Kurtulmuştu. Uzun bir aradan sonra onunla buluştuk. Dost olduk. Çok zayıflamıştı. Yüzü sapsarıydı. Uzun ve mutlu bir hayatı olmayacağı net olarak anlaşılıyordu. O bir tornacıda çıraktı. Hani Cem Karaca’nın meşhur “tamirci çırağı” şarkısında anlatılan işçiye tıpa tıp uyan talihsiz genç bir çırak. Masum, ezilmiş ve umutsuz.Tırnak kenarları siyahlaşmış, elleri genç yaşta nasır tutmuş garip İbrahim. Şimdi yaşıyor mu bilemem. Yaşıyorsa; buradan sevgilerimi yolluyorum. Hepsi bu kadar. Bu ülke insanı çok acılar çekti. Hiç bir zaman bir bayramı doya doya kutlayamadı. Mutlu ve huzurlu bir ülke ile tanışamadı. Sıkıntılar artarak devam ediyor. Bundan sonra ne olur bilemiyorum…
Erdal Bıcakcı yazıyor

0
mutlu
Mutlu
0
_zg_n
Üzgün
0
sinirli
Sinirli
0
_a_rm_
Şaşırmış
0
vir_sl_
Virüslü
Erdal Bıçakcı,” Ben de oradaydım!”