Yaşlı Bilge büyük kayanın üzerinde oturuyordu. Ayaklarını boşluğa bırakmıştı. Bir yandan konuşuyordu. Sustuğunda karşı dağlara, gökyüzüne bakıyor, sonra tekrar konuşmaya başlıyordu:
“Bin iki yüz yıl önce Ayay denilen gezegenden Uçan Gemi içinde bu Aydınlık gezegenine gelmiş soyumuz.”
Genç kız Oraya oturduğu yeşilliğin üzerinden elini kaldırıp, konuşmaya başladı:
“Çok uzun yıl olmuş buraya geleli; Ayay’dan soyumuz niçin ayrılmış?”
“Dediğin yer bir zamanlar ışığı bol olan, tüm enerjisiyle her yeri aydınlatıyormuş. Gecenin gündüze, gündüzün geceye kavuştuğu bir yermiş. Tıpkı bize benzeyen, başka dilleri konuşan, ten rengi, kültürleri farklı bizim soy ve soya benzeyen canlı türleri yaşarmış. (Paragraf var) Sonra toprakları bölmüşler orası, burası, şurası diye. Bana az, sana çok toprak düştü diye birbirlerinin gözlerini oymak bir gelenek haline gelmiş. İktidar kavgaları toprakların işgaline kadar gitmiş. Her Güçlü’nün kendi köleleri varmış. El koyduğu toprağın kölelerini de yönetmişler. Gücü, gücü yetene kıyasıya kanlar akıtılmış.”
Yaşlı Bilge gözlerini gökyüzüne çevirdi. Tekrardan kendisini dinleyenlere baktı:
“Tüm bunlar Aydınlık Gezegenine yolculuk yapan Yazan Bilge ile Çok Konuşan Bilge’nin anlatımlarına, kitaplarına dayanmaktadır. Ayay’da canları sıkılan, kendisini ispat etmeye çalışan Kan Dökücüler, yaptıkları planlı bir oyunun içinden oyunlar çıkarmışlar. Yaşamı birbirlerine zindan etmeye gayret etmişler. Vurucu, kırıcı aletlerde kim üstünse onun gücü ve sözü geçer olmuş. Bunun adına da uygarlık demişler.
Köle düzeni her yerde varlığını sürdürmüş. Boğaz tokluğuna çalış, itaat et, yaşamını kabul et devri tüm hızıyla yayılmış.
Her Güçlü’nün atadığı kukla hizmetkârların olduğunu ve işlerine gelmediğinde bunların boyunlarının götürüldüğünü duymayan kalmamış. Yerine de başka kuklacılar atanırmış. Anlayacağınız domino taşlarının devrilişine benzer yıkılışları. Yine de kurbanlıkların kanı akmadan olmazmış. Bunun adına da demokrasinin kılıcı denilmiş.”
Arka sıralardan Genç Erkek Her yere elini kaldırdı. Başı keldi. Doğuştan saçsızdı:
“Soyumuz her zaman kan dökücü müydü? Başkalarının topraklarına uçup konanlar mıydı? Hep hırgür var, yağma var. Irza geçme var. Burada yaşadıklarımız aynı değim mi?”
Yaşlı Bilge başını öne eğdi. Kollarını iki yana açıp:
“Kavgayı Her Güçlü olanlar çıkarır; her iki taraftan öne sürülenler Altta Kalanlarmış. Niçin öne sürüldüklerini sorgulamazlarmış. Olaylar Ayay’ın aydınlık olduğu günlerde gündemden hiç düşmezmiş. Ne zaman karanlık içinde kalmışlar, işte o zaman Uçan Gemi içinde Her Güçlü’lerle, işlerini gördürecek köleleri de getirmişler.
Aydınlık Gezegenine sabotaj yapıldığı varsayılarak zorunlu iniş yapıldığını kaynaklardan öğreniyoruz. Açıkçası nereye gideceklerini bilemez durumdaymışlar.
Soyumuz bizim soyumuz huyundan vaz geçer mi? Geçmez, aynısını burada da sürdürmüşler. Bu gezegenin Ağaları:
“Haber vermeden gelmek var mı?” demişler.
Soyumuz ise:
“Ne haberi lan her yer bizimdir” demiş. Cenkler başlamış, altta kalanların canı yanmış. Barıştırmışlar, barışmaları bir saat sürmemiş ve tekrardan birbirinin boğazını sıkmışlar.”
Önde oturan Esmer Genç Kız Yakın elini kaldırdı:
“Ayay’da başka neler oldu? Huzur içinde yaşamak neden sonsuz olmadı?”
Yaşlı Bilge derinden bir nefes aldı. Geri verdiğinde sanki tüm zamanların acılarını vücudundan çıkarmıştı:
“Huzur içinde yaşamak bunların geninde yokmuş. Huzursuzluğu çıkaranların kıçında basur varmış. Bu kişiler zıvanadan çıkıyormuş. Birçok canlı farklı dilleriyle, inançlarıyla, inanmayanlarıyla Her Güçlü tarafından birbirine kırdırmak içi. Böylelikle avantalı düzenleri devam etmiş.”
Orta yerde oturan Genç Erkek Bakar elini kaldırdı:
“Burada orada değişen bir şey yoktur. Asıl düşmanımız Her Güçlü olanlardır. O zaman birlikte uzun yürüyüşe çıkmalıyız.”
Yaşlı Bilge’nin yüzünde gülücükler saçıldı:
“Çocuklarım okuyun. Düşünün. Düşüncenizi korkmadan anlatın. Altta Kalan bizler birbirimizin düşmanı değiliz. Yaşamda ne yaşıyorsak hepimiz yaşıyoruz. Acılarımız ve sevinçlerimiz ortaktır.
Çocuklarım, Ayay sadece hırgürden karanlığa gömülmemiş. Elbette hırgürlerin rolü varmış. Hepsi benim modeli, para ve parsel parsel bölünen topraklar ve canlılar. Boğaz tokluğuna çalıştırılan köleler. Tarihin gerçeğini değil sahtesini dayatanların yönetimi hep varmış.
Tarım alanlarının yerine toprağa betonu ekmişler. Hayvanların yaşam alanları dev icatlarla yok edilmiş. Dere yatakları, göller kurutulmuş. Bilmem ne enerjilerle istemeyerek olsada doğaya osuruk kokusu salınmış, dönüşüm olmuş. Oksijen ise can çekişiyormuş.
Çeşit çeşit toplar, toprağın kat kat altında ve denizin dibinde denenmiş. Toplar hapsedildikleri yerde sıkılmışlar ve kendilerini patlatmışlar. Denizdeki dalgalar önüne gelen kara parçasına çarpmış. Kara parçasında denenen denize, su yataklarına çarpmış. Doğal felaketin yerini canlıların felaketi almış. Karanlığa giden yol durmadan hızlanıyormuş.”
Dinleyiciler bir ağızdan:
“Ooooo” dediler.
“Ayay’da delikler açılmış. Açılanlar büyümüş. Kaynak makineleri bir işe yaramamış. Gökbabaya adaklar adanmış adanmasına ama hiçbir işe yaramamış.”
Ön sıralardan bir kız çocuğu elini kaldırdı. Oturduğu yerden ayağa kalktı:
“Bir canlı bu kadar acımasız nasıl oluyor? Soyunu karanlığa göm… Buraya gel aynısını yap… Yakında burasıda Ayay’a benzer.”
Yaşlı bilge hafiften gülümsedi:
“Aferin kızım. Yaşın küçük olsa da yaşamın işleyişini çok çabuk anlıyorsun.
Bozuk olan gidişe dur diyecek olan sizlersiniz. Gelecek sizlerle yön bulacaktır. Korkmayın.”
Yaşlı Bilge kendisini dinleyenleri alkışlayarak ayağa kalktı. Dinleyenlerde kendisini alkışladı. Konuşmasına:
“Çocuklarım şimdi Genç Bilge sizinle olacak. Onu iyi dinleyin. Karanlık düşünceyi yok etmenin yolu birbirimize dokunmaktır.”
Yaşlı Bilge dağın zirvesine doğru patika yoldan, ağaçların arasından yürümeye başladı. Arada bir gökyüzüne bakıyordu.
Hüseyin Habip Taşkın yazıyor