Şimdiki gençliğimiz eski Karasu’yu hayal bile edemez.
Size yaşadığım eski Karasu’yu anlatmak istiyorum.
1970’lere gelinceye kadar Karasu; üç tarafı ormanlarla çevrili bir yerleşim yeriydi. Kuzey’inde bugünkü bulvarın kuzeyinden başlayarak denize kadar uzanan, doğusunda Küçükboğaz gölü, batısında Sakarya nehri ile çevrili büyük bir ovası vardı. Bu ova yedi ay sular altında kalır, ovanın suyunu boşaltmaya yarayan kanal bile genelde sudan görülmezdi. O kadar çok su olurdu ki; bazen Yenimahalle’den balıkçı motorları Akbank’ın karşısında bulunan değirmene mısır öğütmeye gelirdi. Tatlısu balıkları tarlalara dağılırdı. Kanal her mevsim balık doluydu. Sakarya nehrinden su içilebilirdi. Kanal da çok temizdi. Kanal etrafı ağaçlarla çevriliydi. Baharın gelmesi ile sular çekilir, ovada tarım başlardı. Hemen hemen her evin bir iki hayvanı olurdu. 1500 civarındaki büyükbaş hayvan cezaevinin önünde çoban İlyas’a teslim edilir, akşam hayvanlar kendi başlarına evlerini bulurdu. Bu inekler sadece İncilli, Kabakoz ve Kuzuluk mahallesine aitti. Aziziye, Yenimahalle kendi ineklerini kendileri otlatırdı. Denizköy Yörük köyü idi. Burada koyun ve deve sürüleri vardı. Kışa girerken Yörükler deve kervanları ile Toros’lara veya Antalya tarafına göçerlerdi. Ovada her türlü tarım yapılırdı. Tüm tarlalar imece usulü sürülür ve hasat edilirdi.
Yazılı olmayan bir kooperatifleşme vardı.
Buna sosyalizm de diyebiliriz. İlçeye dışarıdan meyve sebze girmezdi. Her evin bahçesinde her tür sebze ve meyve vardı. Çok kaliteli çavuş üzümü, şeker kamışı, kavun, karpuz, mısır, tüm sebzeler yetiştirilirdi. Hayvan çok olduğundan tarlalarda hayvan gübresi kullanılırdı. Zirai ilaç ve gübreye ihtiyacımız yoktu.
Sakarya Nehri, Küçükboğaz, Kanal balık doluydu. Maden deresi çok coşkulu akardı. Dünyanın en iyi cins alabalıklarını gözlerinizle görebilirdiniz.
Deniz ve nehirde dünyanın en pahalı yiyeceği olan Mersin balığı havyarı işlenerek satılır, büyük gelir elde edilirdi.
Ormanlarda dolaşırken ağaçların arasından gökyüzünü göremezdiniz. Ormanda; ayı, Karaca, ceylan, kurt, tilki vs hayvanlar boldu.
İlçede mahalle kültürü vardı. Evler bir veya iki katlı idi.
Deniz sahili çok geniş bir kumsala sahipti. Kumsal eğrelti otları ile doluydu. Denizde çok çeşitli balık türleri vardı ve balık çok ucuzdu.
Yunus, Yalı, Namazgah mahalleleri henüz yoktu. Yalı mahallesi ova ve bataklığa, Yunus ve Namazgah ormanlık alana kurulmuştu. Kuzuluk’ta Boşnaklar, Aziziye’de Gürcüler, Yenimahalle’de Sürmenli Karadenizliler, İncilli mahallesinde ve Kabakoz’da manavlar yaşardı.
Her mahallenin kendine göre kültürü vardı.
Düğünler bile farklıydı. Genelde birbirlerine kız da vermezlerdi. En az iki yazlık ve kışlık sinemamız vardı. Sinemalar cumartesi ve pazar günleri gündüz matinesi yapar, gençler en iyi kıyafetlerini giyip, birbirlerini görmek için orada buluşurlardı. Tabi bu genelde bakışma ve laf atma şeklinde masum ilişkilerdi. Her ay mutlaka bir konser veya tiyatro düzenlenirdi. Düğünlere Adapazarı’dan çok iyi orkestralar gelir, vals, tango, tvist başta olmak üzere tüm danslar oynanırdı.
Bol kavga çıkardı. Çünkü ilçenin tehlikeli mikropları bilinirdi. Kavgaları hep onlar çıkarırdı. İlçenin sapıkları bile bilinirdi. Onlardan uzak durmak yeterliydi.
Sahile tüm dünya ülkelerinden yabancı ziyaretçiler gelirdi.
Sonra ne olduysa, ovamızı, nehrimizi, derelerimizi, kumsalımızı, evlerimizi, bahçelerimizi, balıklarımızı, kaz, ördek, yaban kuşlarımızı, ormanlarımızı, yaban hayvanlarımızı, sebze ve meyve bahçelerimizi kaybettik.
Esas önemlisi dostlarımızı, ilçedeki komşuluğu, arkadaşlığı da yok ettik.
Şimdi neyimiz mi var?
Sadece beton evler sokaklar ve lüks arabalar, birbirini tanımayan insanlar.
Suyumuz içilmiyor, toprağımız kalmadı.
Tarlalar arsa oldu.
Ormanları yaktık fındıklık yaptık, dereler kurudu. Nüfus artmış, kırk çeşit millet var. Kısacası cenneti yok edip, cehenneme çevirdik.
Bunda hepimiz suçluyuz, çünkü para için her şeyimizi sattık!.
Erdal Bıçakcı yazıyor