Fahri Tuna / Portre
Neşet Ertaş; Özüyle Sözüyle Sazıyla Anadolu
Bay Türkü.
Bay Anadolu.
Özüyle, sözüyle, sazıyla Anadolu.
‘Gönül Dağı’ndan bizlere esinti, hüzün ve hikmetler taşıyan dost.
Onun adını ilk kez 1979’da üniversite öğrencisiyken, bir üst sınıftan ağabeyimiz Veysel Karafilik’ten duymuştum; hiç de ilgimi ve sevgimi çekmemişti. ‘Gırıkgaleli Veysel’ ise bayılıyordu. Bu ‘ilgisiz ve sevgisizliğimin sebebini’ düşündüğümde, Ertaş müziğinin biz Marmara çocuklarına ilk bakışta ‘yakın’ olmamasına bağlamışımdır. Zira Zonguldak ‘Karadır kaşların ferman yazdırır’, Bolu ‘Tombalacık Halime’m’, Adapazarı ‘Elmayı top top yapalım’, İzmit ‘Sendeki kaşlar bende de olaydı’, Bursa ‘Zeytinyağlı yiyemem aman’, Bilecik ‘Söğüt’ün erenleri’, Eskişehir ‘Halkalı Şeker’, Kütahya ‘Elif dedim be dedim’, Balıkesir ‘İki keklik’, İstanbul ‘Kadifeden kesesi’, Tekirdağ ‘Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar’, Edirne ‘Sevdiğim iki gözüm-Babuba’dır; hepsinin ortak özelliği ise ‘hareketli oyun havası’ olmasıdır. Yirmi yaş kuşağındaki ve kulağındaki bizlere ‘işlememişti’ demek Koca Usta’nın sazı, sözü, sesi…
Kırkıma yaklaşıyordum, 1990’ların ikinci yarısıydı, geceleri evde daktilo başında uzun uzun çalışırken, bir yandan da Kanal7’de Orhan Hakalmaz’ın ‘isteklerle şekillenen türkülü muhabbet’ programını izliyordum, dinliyordum demek daha doğru olur. Bizim gibi otuz beşine kadar türkü dinlememiş/sevmemiş kuşak için ilginç biriydi Orhan Hoca. Hoca’ydı, zira İ.T.Ü. Devlet Konservatuarı’nda eğitimciydi o sırada. O duru sesi, edepli tavrı, sıcak terbiyeli tavırları ile Anadolu’nun, yer yer Rumeli’nin hemen her yöresinden türküler okumaya çalışıyordu Hakalmaz. Ve sık sık övgüyle, saygıyla, sevgiyle bir ‘koca usta’dan söz ediyordu: Neşet Ertaş’tan. Ve ondan türküler okuyordu.
İlgimi çekmeye başladı bunlar, sevgi mi de. Örneğin çocukluğumuzda aşina olduğumuz ‘Dane dane benleri var yüzünde’ türküsü de onunmuş, ‘Evvelim sen oldun ahirim sensin’ de. O sırada Karakoç’un ‘Mihriban’ına da, Musa Eroğlu’nun bir başka bestesi ‘Yolun sonu görünüyor’a da
hastaydım.
Yalınlığı, sadeliği, tumturaksızlığı sevmeye başlamıştım daha bir.
Ne diyordu Ertaş:
Datlı dile, güler yüze doyulur mu doyulur mu, canana kıyılır mı, Cananına gıyanlar Hakk’ın gulu sayılır mı
Tam kırk yaşımda bir karar verdim (demek ki bazı insanlar kırkında akil baliğ olabiliyorlar): Bu Neşet Ertaş’ı yakından tanıyacağım! Kimdi bu Neşet Ertaş?
Horasan’dan İç Anadolu bozkırlarına göçen Türkmen/Abdal obasından bir ‘garip’ olarak Kırşehir Çiçekdağı Kırtıllar Köyü’nde doğmuştu. ‘Bozkırın Ağıdı’ Muharrem Ertaş’tan olma, Döne Ana’dan doğmaydı. Herkesi anası emzirir, Küçük Neşet’i yokluk, kıtlık, garibanlık sarıp sarmalamıştı. Altı yaşından itibaren babasıyla beraber, Kırşehir, Kırıkkale, Yozgat, Niğde, Nevşehir, Kayseri’de düğün düğün, köy köy dolaşarak sekiz yıl süreyle saz çalmış, türkü söylemişti.
Doğru düzgün okula gitme fırsatı bulamayan Küçük Neşet, Muharrem Ertaş Enstitüsü’nden “pekiyi” ile mezundu bile; nitekim “Muharrem Usta, hemi babam hemi öğretmenimdi” diyecek (1), “bildiklerimin yüzde doksanı onundur” sözleriyle (2) bunu teyit edecektir. Bağlama ve keman çalmayı da babasından “alacak”tır. Hacı Taşan da “saz kardeşi”dir; ikisi de Muharrem Ertaş’ın “rahle-i tedrisinde” yetişmişlerdir.
On dört yaşındayken İstanbul’a göçen Neşet Ertaş, 1957’de “Neden garip garip ötersin bülbül” adlı plağıyla bütün ülkeye “merhaba” demiş, iki yıl sonra da Ankara’ya yerleşmişti. İzmir Narlıdere’deki askerliğinden sonra, plak üstüne plak yapmış, konserlerle Türkiye’yi altı yedi kez dolaşmıştı.
Bu arada “alkole aşinalığından” elleri felç olmuştu; 1979’da Almanya’ya tedaviye gitmiş, iki yıllık tedaviden sonra artık “Almancı olmuştur”; müzik hayatına orada devam edecek, oradan tüm Türkiye’yi ayağa kaldıracak enfes türküler üretecektir:
“Tatlı dile güler yüze, doyulur mu doyulur mu?”, “Zahidem”, “Mapushanelere güneş doğmuyor?”, “Çiçekler ekiliyor”, “Gönül Dağı”, “Neredesin sen?”, “Evvelim sen oldun ahirim sensin”, “Kendim ettim kendim buldum”… daha onlarca türkü.
Garipti; “biz garibik, bizi hep garipler diye, abdallar diye aşağıladılar, küçümsediler, gariplik bana çocukluğumdan kaldı” diyecekti. (3)
“Bozkırın Tezenesi; Neşet Ertaş’ adında enfes bir kitap hazırlayan ve destekleriyle ona daha bu fünyada “ba’sü bağdel-mevt” (ölümden sonra yeniden diriliş) yaşatan Bayram Bilge Tokel’e göre o, ‘ismi bağlama ile özdeşmiş ve adeta bu dünyaya türkü söylemek için gelmiş gerçek bir türkü ustası… Neşet Ertaş’ın sanatı; müziğin özünü, ruhunu kavrayan birinin, hiçbir yapmacıklığa tevessül etmeden, olduğu gibi kendini, kendi özünü ve hissettiklerini saza, söze dökmesidir.” (4)
“Neşet Ertaş, tezenesini sazın teline vurduğu zaman devleşir. O “kara yüzlü” ufak tefek adam gider de ayağı yerde, başı göklerde bir heybetli adam gelir sahneye.” (5)
Yukarıda bir bölümünü paylaştığım yazılar okudum hakkında, albümlerini edindim, konserlerini izlemeye başladım. Adapazarı Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanı’ydım, 2004’ten itibaren. Zaman zaman ‘halkın gerçek sanatçıları’yla halkımızı buluşturuyorduk. Genel sekreter yardımcımız Ömer Kahveci, Genel sekreterimiz Osman Kaya ile ‘bu kez kimi getirelim?’ sorusuna cevap ararken, Ömer Bey ‘Neşet Ertaş’ı getirelim’ dediğinde, çocuklar gibi sevindim. De, iki sorun vardı: Hiçbir iletişim aracı kullanmayan (varsa da kimseye vermeyen) Neşet Usta’ya nasıl ulaşacaktık, bir. İç Anadolu kültürünün özünü temsil eden bir sanatçıyla, iki bin izleyici alan Adapazarı (Kapalı) Spor Salonu’nu nasıl dolduracaktık, iki
Allah yardım etti. O günlerde Kültür Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürü, dost, ağabey, gönül adamı Bayram Bilge Tokel’e ulaştım. Bayram Ağbi her zamanki çelebiliği, hoşgörüsü ve yardımseverliğiyle ‘koca usta’yı ikna etti, 29 Ocak 2006 tarihinde halk konseri için anlaştık, sözleştik. De, yine aldı beni bir korku. Adapazarı yerli Türkmen (Manav), Balkan ve Karadeniz göçmenleriyle oluşmuş bir şehir. ‘Koca Usta’ da senelerdir pek ortada yok. Üç yüz beş yüz kişi katılırsa, rezil rüsva oluruz. Bozlak’ı, uzun havayı, ağıtı kim nereden bilecek, sevecek de kalkıp konsere gelecek…
Konser günü yaklaştı, sağa sola her yere her dosta telefon açıp bizzat katılmalarını istiyorum. Cep telefonla bana komşu il Bilecik’in Osmaneli ilçesi hakimi ulaştı, ‘Osmaneli ilçesinden dört hakim arkadaş Neşet Ertaş konserine katılmak istiyoruz, biliyorum ki yer kalmaz, bize yer ayırabilir misiniz?’ demesin mi… Yüreğime nasıl serin sular serpildi anlatamam! Ama yüreğimdeki korku, azıcık azalsa da devam ediyordu.
Öğleden sonra geldi salona Neşet Ertaş. Kara kuru, ufak tefek, şapkalı bir amca, babam yaşında. İç Anadolu aksanıyla konuşan ‘bu toprağın, sesi, yüzü’ bir amca. Sahne, salon, sandalyeler… Kontrol etti. Bir Check-Sound’a (ses kontrole) başladı ki, aman Allah’ım. Salonun köşelerinde adamlar gönderiyor, sağır noktaları buldurtup ses düzenciye giderttiriyor; inanılmaz hassas, inanılmaz titiz, inanılmaz dinleyicisine saygılı. Takipçi, inatçı, mükemmeliyetçi. Hilafsız söylüyorum; tam tamına bir saat kırk beş dakika sürdü ses kontrol. Sonra yemeğe geçtik Tunatan Restaurant’a. Sağ olsun Yeni Şafak’tan dostum Mehmet Şeker de katıldı; meğer o da müptelasıymış Neşet Usta’nın. Yemekteki sohbette bir kez daha gördük ki, ‘Koca Usta’ tam bir tevazu ve saygı abidesi; gönül kibir, şan şöhret, gurur kibir, kapris hava; bu kelimeler yok lugatında…
Yemek sonrası usta kulise geçti hazırlanmak için, ben de eve ‘üstümü’ değiştirmek için. Dönüşte dolmuştan konser salonu önünde benimle birlikte inen üniversite kuşağındaki gence (tam da benim Neşet Ertaş’ın adını müziğini duyup da ilgilenmediğim yaştaki gence) ‘hayrola nereye? ‘ diye sordum, ‘konsere ağbi’ dedi, ‘daha bir buçuk saat var, çok erken değil mi?’ dedim, ‘yer kalmaz ki ağbi, yer kapmak için erken geldim’ demesin mi? Umutlandım, bir nebze rahatladım, derin nefes aldım…
Derken konser saati geldi; benim yüzümde güller açmaya başladı; Aman Allah’ım, o nedir öyle, iki bin kişilik salon tıklım tıklım doldu, merdivenlerle salonun zemini de doldu taştı. Bir altmış boyundaki ‘şapkalı kara adam’ anons edilip de göründüğünde, salon adeta alkıştan sevinçten mutluluktan yıkılıyordu: Ellerimi açıp, yüzümüzü kara çıkartmayan Rabb’ime sonsuz şükürler ettim!
Hiç konuşmadı kara adam, bağlamasını aldı eline, yoksa bağlaması mı onu aldı teline, tam anlayamadım; yumdu gözlerini, hiç konuşmadan, selam vermeden enfes dört türkü okudu; aslında o değil de dört türkü onu okudu adeta; sahnede o yoktu; saz, ses, görüntü yoktu; sadece ‘türkü’ vardı: Ahenk vardı, uyum vardı, Anadolu vardı; Türkü Baba vardı.
Konser su gibi, bal gibi, rüzgâr gibi akıp geçti…
Annemin, babaannemin, anneannemin diliyle; ‘Anadolu insanı’nın diliyle, su katılmamış bir Türkçe ile konuşuyordu, okuyordu Neşet Baba. Güzel demiyor ‘gözel’ diyor; gönül demiyor ‘göğül’ diyordu; kara demiyor ‘gara’ diyordu.
Garadır şu bahtım gara
Sözüm kar etmiyor yare
Yüreğimi yaktı nara (eyvah ey…)
Kendim ettim kendim buldum
Gül gibi sararıp soldum
Garip’ti, garibandı; yoksulun garibin çilekeşin tınısıydı, nefesiydi, sesiydi. Bin yıldır ‘merkez’den hak ettiğini alamamış; bolluk bereket zenginlik nedir bilmemiş; çorak bozkırlarda yarı aç yarı tok yaşamış, buna da isyan etmemiş; dik durmayı, garibanlığı onuru bilmiş bir ‘dilden/edepten/usulden’ okuyordu Neşet Baba:
Gurbet elde garip olan Garibim
Aşkın deryasına dalan garibim
Sevdiğinden ayrı kalan garibim
Ne yaşamış ne yaşıyor ne yaşar
İnsanların ırkına yahut makamına mevkiine, parasına puluna göre muamele görmesine adeta isyan ediyordu:
Ey garip gönüllüm dertli yoldaşım
Niye belli değil, baharın kışın
Var mıdır sormazlar ekmeğin aşın
Zengin isen ya bey derler ya paşa
Fukaraysan, abdal derler, ya cingen haşa
Fakir isen abdal derler, ya cingen haşa
Buram buram ‘İslâm’, buram buram ‘kader’ buram buram ‘teslimiyet’ kokuyordu ‘kendi yazıp söylediği türküleri’:
Ne güzel yaratmış seni yaradan
Esmesin sevdiğim yeller incidir
Güzelsin sevdiğim gülden goncadan
Uzanmasın sana yar yar eller incidir
O ‘güzel bir medeniyet’in, ‘özel bir evlâdı’ydı. Ümmiydi evet, doğru dürüst formel bir eğitimi olmayabilirdi; ama gönlünde en az ‘bin yıllık bir miras’ı temellük ederek, çalıp söylüyordu, ta Horasan’dan gelen Türkmen dervişlerinin rüzgârı serinletiyordu yer yer dizelerini:
Dost elinden gel olmazsa varılmaz
Rızasız bahçanın gülü derilmez
Kalpten kalbe bir yol vardır görülmez
Gönülden gönüle yol gizli gizli
Bir ‘hüzün medeniyeti’nin çocuklarıydık biz; ‘hüzün ki en çok yakışandır bize, belki de en çok anladığımız’ diyor şair-i ekber Hilmi Yavuz, o da bir başka telden ‘hüzün rüzgârları’ estiriyordu gönül coğrafyamızda:
Hep sen mi ağladın hep sen mi yandın,
Ben de gülemedim yalan dünyada
Sen beni gönlümce mutlu mu sandın
Ömrümü boş yere çalan dünyada.
Sen ağladın canım ben ise yandım
Dünyayı gönlümce olacak sandım
Boş yere aldandım, boş yere kandım
İrengi gözümde solan dünyada
Ne yemek ne içmek ne tadım kaldı
Garip bülbül gibi feryadım kaldı
Alamadım eyvah muradım kaldı
Ben gidip ellere kalan dünyada
Ah yalan dünyada, yalan dünyada
Yalandan yüzüme gülen dünyada
O sazını ‘gönülden’ çalıyor, eserlerini ‘gönülden’ yazıyor, türkülerini ‘gönülden’ okuyordu; zira o bir ‘Gönül Dağı’ydı; ‘gönül dağımız’dı bizim.
O ‘gönüller yapmaya’ geldim’ diyen Yunus Emre ile yoldaş, ‘kim olursan ol yine gel’ diyen Mevlana ile gönüldaş, ‘benim sadık yârim gara topraktır’ diye diye Anadolu’yu dolaşan Âşık Veysel’le ayaktaş, ‘lâmbada titreyen alev üşüyor / aşk kâğıda yazılmıyor Mihriban’ diyen Abdurrahim Karakoç’la dildaş, ‘yiğit muhtaç olmuş kuru soğana’ diyen Âşık Mahzuni Şerif’le derttaştı…
Neşet Ertaş “bin yıllık Anadolu geleneği” olan ‘âşıklığın’ günümüzdeki en güçlü, en son ve en sahih temsilcisiydi.
Türkülerimizi ve gönüllerimizi – kendi tabiriyle- ‘havalandırmıştı’ bir ömür; ama kendisini ‘bir milim’ havalanmamıştı.
Harbiye Açıkhava Sahnesi’ndeki konserindeydik ailece, 2010 yazıydı. Beş bin kişilik konserde iğne atsan yere düşmeyecekti; Anadolu’nun sesi / kokusuyla İstanbul ‘buluşmuştu’ adeta. Belki de son konseriydi. Konser öncesi kuliste Bayram Bilge Ağbi’nin dalaleti ile görüşmüş, içinde onun da yer aldığı ‘Akşamın Aydınlığında Portreler’ kitabımı imzalayıp takdim etme imkânı bulmuş, hasret gidermiştik. Baktı, baktı, teşekkür sözü olarak, bin yılların mirası, adeta onunla özdeşleşen meşhur sözünü söyledi yine: ‘Fahri gardaş, ayağığın turabı, göğnüğün hızmatçısı oliyim!’
Sesinde bir “hüzün yumağı” olduğu doğruydu; onda sadece kendinin değil, bütün bir Anadolu’nun hüznü vardı.
Bana otuz beş sene evvel Neşet Ertaş’ı sevdiren adam ‘Gırıggaleli Veysel Karafilik’i aradım bu kitap için; ‘Neşet Ertaş’ın onun hayatındaki yeri’ni sordum; ‘bizim Veysel’in, tam da ‘Koca Usta’nın dilinden söyledikleri:
‘1967’li yıllarda Gırıggale’de akşamları bakgal dukganımızdan eve dönerken, babamdan gizli gittiğim, mahalle düğünlerinde sazının dibinde yakın mesafede dinlerdim, Gırşeerli Neşet Ertaş’ı.
‘Aydooooosss!”
O günlerden hafızamda kalan, Gale Mahallesi’nde şimdilerde blokların yer aldığı Garagaya’da okuldan arta kalan vakitlerde mal güderken şu türküyü çıırdığım:
‘Möhür gozlüüüm seni elden,
Sahınırım gısganırıım…
Yaaan gardaaan, esen yelden,
Sahınırım gısganırım.. ‘
1968’te ilkokulu bitirirken her dersten ayrı ayrı, yıl sonu imtihanı olurdu(k). Müzik kabiliyetim zayıf ve sesimin bed olmasına rağmen, yirmi beş guruşa Destancıdan aldığım tek yapraktan ezberlediğim, Abdal Neşet’ten aynı türküyü çıırarah geçtim müzik dersinden:
‘Havadaki durnalardaan,
Su içtiiin gurnalardaan, Giyiindiiin urbalardan,
Sahınırım, gısganırım hey…‘
1977’den itibaren Adapazarı’nda gurbetteyim. O yıllarda öğrenci evinde sıla özlemini Neşet Ertaş kaseti dinleyerek gideriyoruz. Hatta o yıllarda yaygın olan arabesk müzik tercih eden arkadaşlarıma, zorla Neşet Ertaş dinlettiğimi hatırlıyorum:
‘İki böyük niimetim var,
Biri anam, biri Yaarim..’
O yıllarda Halk Ozanı Neşet Usta’nın o düğünlerde topladığı paranın çoğunu düğün sahibine geri verdiği bilinirdi…
Anadolu insanın, kitaplarda tanımı olmayan tasavvufî bir yönü olduğuna inanırız. Allah ü Âlem, bu veçhe, Neşet’de zuhur etmiş olmalı…’’
Evet; Veysel Karafilik’in gönlündeki Neşet Ertaş da buydu.
Türküleri sevdiren adamdı o. Türkülerle ‘bizi bize döndüren’ adamdı; ‘bizi bize hatırlatan’ adamdı.
‘Aslımıza döndüren’ adamdı o. Türkülerle yaptı bunu; bozlaklarla, aydostlarla…
Tezenesini ‘üç telli sazı’na değil, gönlümüzün tellerine vuran adamdı o.
Türkü Baba’sıydı hepimizin.
Fahri TUNA yazıyor
—–
(1) http://www.xn--trkler-3yac.com/,
(2) 28.01.2006 tarihinde Adapazarı Atatürk Kapalı Spor Salonu’nda kendisiyle yaptığım söyleşide söylediklerinden.
(3) A.g.e.
(4) http://www.kimkimdir.gen.tr/kimkimdir.php?id=202,
(5) Mehmet Şeker, Yeni Şafak gazetesi, “Ayakları yerde, başı göklerde”, 31.01.2006, sh. 17
*: Portre ve biyografi yazarı, şehir araştırmacısı, yayımlanmış 18 kitabı bulunmaktadır.
Neşet Ertaş; Özüyle Sözüyle Sazıyla Anadolu
Bay Türkü.
Bay Anadolu.
Özüyle, sözüyle, sazıyla Anadolu.
‘Gönül Dağı’ndan bizlere esinti, hüzün ve hikmetler taşıyan dost.
Onun adını ilk kez 1979’da üniversite öğrencisiyken, bir üst sınıftan ağabeyimiz Veysel Karafilik’ten duymuştum; hiç de ilgimi ve sevgimi çekmemişti. ‘Gırıkgaleli Veysel’ ise bayılıyordu. Bu ‘ilgisiz ve sevgisizliğimin sebebini’ düşündüğümde, Ertaş müziğinin biz Marmara çocuklarına ilk bakışta ‘yakın’ olmamasına bağlamışımdır. Zira Zonguldak ‘Karadır kaşların ferman yazdırır’, Bolu ‘Tombalacık Halime’m’, Adapazarı ‘Elmayı top top yapalım’, İzmit ‘Sendeki kaşlar bende de olaydı’, Bursa ‘Zeytinyağlı yiyemem aman’, Bilecik ‘Söğüt’ün erenleri’, Eskişehir ‘Halkalı Şeker’, Kütahya ‘Elif dedim be dedim’, Balıkesir ‘İki keklik’, İstanbul ‘Kadifeden kesesi’, Tekirdağ ‘Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar’, Edirne ‘Sevdiğim iki gözüm-Babuba’dır; hepsinin ortak özelliği ise ‘hareketli oyun havası’ olmasıdır. Yirmi yaş kuşağındaki ve kulağındaki bizlere ‘işlememişti’ demek Koca Usta’nın sazı, sözü, sesi…
Kırkıma yaklaşıyordum, 1990’ların ikinci yarısıydı, geceleri evde daktilo başında uzun uzun çalışırken, bir yandan da Kanal7’de Orhan Hakalmaz’ın ‘isteklerle şekillenen türkülü muhabbet’ programını izliyordum, dinliyordum demek daha doğru olur. Bizim gibi otuz beşine kadar türkü dinlememiş/sevmemiş kuşak için ilginç biriydi Orhan Hoca. Hoca’ydı, zira İ.T.Ü. Devlet Konservatuarı’nda eğitimciydi o sırada. O duru sesi, edepli tavrı, sıcak terbiyeli tavırları ile Anadolu’nun, yer yer Rumeli’nin hemen her yöresinden türküler okumaya çalışıyordu Hakalmaz. Ve sık sık övgüyle, saygıyla, sevgiyle bir ‘koca usta’dan söz ediyordu: Neşet Ertaş’tan. Ve ondan türküler okuyordu.
İlgimi çekmeye başladı bunlar, sevgi mi de. Örneğin çocukluğumuzda aşina olduğumuz ‘Dane dane benleri var yüzünde’ türküsü de onunmuş, ‘Evvelim sen oldun ahirim sensin’ de. O sırada Karakoç’un ‘Mihriban’ına da, Musa Eroğlu’nun bir başka bestesi ‘Yolun sonu görünüyor’a da
hastaydım.
Yalınlığı, sadeliği, tumturaksızlığı sevmeye başlamıştım daha bir.
Ne diyordu Ertaş:
Datlı dile, güler yüze doyulur mu doyulur mu, canana kıyılır mı, Cananına gıyanlar Hakk’ın gulu sayılır mı
Tam kırk yaşımda bir karar verdim (demek ki bazı insanlar kırkında akil baliğ olabiliyorlar): Bu Neşet Ertaş’ı yakından tanıyacağım! Kimdi bu Neşet Ertaş?
Horasan’dan İç Anadolu bozkırlarına göçen Türkmen/Abdal obasından bir ‘garip’ olarak Kırşehir Çiçekdağı Kırtıllar Köyü’nde doğmuştu. ‘Bozkırın Ağıdı’ Muharrem Ertaş’tan olma, Döne Ana’dan doğmaydı. Herkesi anası emzirir, Küçük Neşet’i yokluk, kıtlık, garibanlık sarıp sarmalamıştı. Altı yaşından itibaren babasıyla beraber, Kırşehir, Kırıkkale, Yozgat, Niğde, Nevşehir, Kayseri’de düğün düğün, köy köy dolaşarak sekiz yıl süreyle saz çalmış, türkü söylemişti.
Doğru düzgün okula gitme fırsatı bulamayan Küçük Neşet, Muharrem Ertaş Enstitüsü’nden “pekiyi” ile mezundu bile; nitekim “Muharrem Usta, hemi babam hemi öğretmenimdi” diyecek (1), “bildiklerimin yüzde doksanı onundur” sözleriyle (2) bunu teyit edecektir. Bağlama ve keman çalmayı da babasından “alacak”tır. Hacı Taşan da “saz kardeşi”dir; ikisi de Muharrem Ertaş’ın “rahle-i tedrisinde” yetişmişlerdir.
On dört yaşındayken İstanbul’a göçen Neşet Ertaş, 1957’de “Neden garip garip ötersin bülbül” adlı plağıyla bütün ülkeye “merhaba” demiş, iki yıl sonra da Ankara’ya yerleşmişti. İzmir Narlıdere’deki askerliğinden sonra, plak üstüne plak yapmış, konserlerle Türkiye’yi altı yedi kez dolaşmıştı.
Bu arada “alkole aşinalığından” elleri felç olmuştu; 1979’da Almanya’ya tedaviye gitmiş, iki yıllık tedaviden sonra artık “Almancı olmuştur”; müzik hayatına orada devam edecek, oradan tüm Türkiye’yi ayağa kaldıracak enfes türküler üretecektir:
“Tatlı dile güler yüze, doyulur mu doyulur mu?”, “Zahidem”, “Mapushanelere güneş doğmuyor?”, “Çiçekler ekiliyor”, “Gönül Dağı”, “Neredesin sen?”, “Evvelim sen oldun ahirim sensin”, “Kendim ettim kendim buldum”… daha onlarca türkü.
Garipti; “biz garibik, bizi hep garipler diye, abdallar diye aşağıladılar, küçümsediler, gariplik bana çocukluğumdan kaldı” diyecekti. (3)
“Bozkırın Tezenesi; Neşet Ertaş’ adında enfes bir kitap hazırlayan ve destekleriyle ona daha bu fünyada “ba’sü bağdel-mevt” (ölümden sonra yeniden diriliş) yaşatan Bayram Bilge Tokel’e göre o, ‘ismi bağlama ile özdeşmiş ve adeta bu dünyaya türkü söylemek için gelmiş gerçek bir türkü ustası… Neşet Ertaş’ın sanatı; müziğin özünü, ruhunu kavrayan birinin, hiçbir yapmacıklığa tevessül etmeden, olduğu gibi kendini, kendi özünü ve hissettiklerini saza, söze dökmesidir.” (4)
“Neşet Ertaş, tezenesini sazın teline vurduğu zaman devleşir. O “kara yüzlü” ufak tefek adam gider de ayağı yerde, başı göklerde bir heybetli adam gelir sahneye.” (5)
Yukarıda bir bölümünü paylaştığım yazılar okudum hakkında, albümlerini edindim, konserlerini izlemeye başladım. Adapazarı Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanı’ydım, 2004’ten itibaren. Zaman zaman ‘halkın gerçek sanatçıları’yla halkımızı buluşturuyorduk. Genel sekreter yardımcımız Ömer Kahveci, Genel sekreterimiz Osman Kaya ile ‘bu kez kimi getirelim?’ sorusuna cevap ararken, Ömer Bey ‘Neşet Ertaş’ı getirelim’ dediğinde, çocuklar gibi sevindim. De, iki sorun vardı: Hiçbir iletişim aracı kullanmayan (varsa da kimseye vermeyen) Neşet Usta’ya nasıl ulaşacaktık, bir. İç Anadolu kültürünün özünü temsil eden bir sanatçıyla, iki bin izleyici alan Adapazarı (Kapalı) Spor Salonu’nu nasıl dolduracaktık, iki
Allah yardım etti. O günlerde Kültür Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürü, dost, ağabey, gönül adamı Bayram Bilge Tokel’e ulaştım. Bayram Ağbi her zamanki çelebiliği, hoşgörüsü ve yardımseverliğiyle ‘koca usta’yı ikna etti, 29 Ocak 2006 tarihinde halk konseri için anlaştık, sözleştik. De, yine aldı beni bir korku. Adapazarı yerli Türkmen (Manav), Balkan ve Karadeniz göçmenleriyle oluşmuş bir şehir. ‘Koca Usta’ da senelerdir pek ortada yok. Üç yüz beş yüz kişi katılırsa, rezil rüsva oluruz. Bozlak’ı, uzun havayı, ağıtı kim nereden bilecek, sevecek de kalkıp konsere gelecek…
Konser günü yaklaştı, sağa sola her yere her dosta telefon açıp bizzat katılmalarını istiyorum. Cep telefonla bana komşu il Bilecik’in Osmaneli ilçesi hakimi ulaştı, ‘Osmaneli ilçesinden dört hakim arkadaş Neşet Ertaş konserine katılmak istiyoruz, biliyorum ki yer kalmaz, bize yer ayırabilir misiniz?’ demesin mi… Yüreğime nasıl serin sular serpildi anlatamam! Ama yüreğimdeki korku, azıcık azalsa da devam ediyordu.
Öğleden sonra geldi salona Neşet Ertaş. Kara kuru, ufak tefek, şapkalı bir amca, babam yaşında. İç Anadolu aksanıyla konuşan ‘bu toprağın, sesi, yüzü’ bir amca. Sahne, salon, sandalyeler… Kontrol etti. Bir Check-Sound’a (ses kontrole) başladı ki, aman Allah’ım. Salonun köşelerinde adamlar gönderiyor, sağır noktaları buldurtup ses düzenciye giderttiriyor; inanılmaz hassas, inanılmaz titiz, inanılmaz dinleyicisine saygılı. Takipçi, inatçı, mükemmeliyetçi. Hilafsız söylüyorum; tam tamına bir saat kırk beş dakika sürdü ses kontrol. Sonra yemeğe geçtik Tunatan Restaurant’a. Sağ olsun Yeni Şafak’tan dostum Mehmet Şeker de katıldı; meğer o da müptelasıymış Neşet Usta’nın. Yemekteki sohbette bir kez daha gördük ki, ‘Koca Usta’ tam bir tevazu ve saygı abidesi; gönül kibir, şan şöhret, gurur kibir, kapris hava; bu kelimeler yok lugatında…
Yemek sonrası usta kulise geçti hazırlanmak için, ben de eve ‘üstümü’ değiştirmek için. Dönüşte dolmuştan konser salonu önünde benimle birlikte inen üniversite kuşağındaki gence (tam da benim Neşet Ertaş’ın adını müziğini duyup da ilgilenmediğim yaştaki gence) ‘hayrola nereye? ‘ diye sordum, ‘konsere ağbi’ dedi, ‘daha bir buçuk saat var, çok erken değil mi?’ dedim, ‘yer kalmaz ki ağbi, yer kapmak için erken geldim’ demesin mi? Umutlandım, bir nebze rahatladım, derin nefes aldım…
Derken konser saati geldi; benim yüzümde güller açmaya başladı; Aman Allah’ım, o nedir öyle, iki bin kişilik salon tıklım tıklım doldu, merdivenlerle salonun zemini de doldu taştı. Bir altmış boyundaki ‘şapkalı kara adam’ anons edilip de göründüğünde, salon adeta alkıştan sevinçten mutluluktan yıkılıyordu: Ellerimi açıp, yüzümüzü kara çıkartmayan Rabb’ime sonsuz şükürler ettim!
Hiç konuşmadı kara adam, bağlamasını aldı eline, yoksa bağlaması mı onu aldı teline, tam anlayamadım; yumdu gözlerini, hiç konuşmadan, selam vermeden enfes dört türkü okudu; aslında o değil de dört türkü onu okudu adeta; sahnede o yoktu; saz, ses, görüntü yoktu; sadece ‘türkü’ vardı: Ahenk vardı, uyum vardı, Anadolu vardı; Türkü Baba vardı.
Konser su gibi, bal gibi, rüzgâr gibi akıp geçti…
Annemin, babaannemin, anneannemin diliyle; ‘Anadolu insanı’nın diliyle, su katılmamış bir Türkçe ile konuşuyordu, okuyordu Neşet Baba. Güzel demiyor ‘gözel’ diyor; gönül demiyor ‘göğül’ diyordu; kara demiyor ‘gara’ diyordu.
Garadır şu bahtım gara
Sözüm kar etmiyor yare
Yüreğimi yaktı nara (eyvah ey…)
Kendim ettim kendim buldum
Gül gibi sararıp soldum
Garip’ti, garibandı; yoksulun garibin çilekeşin tınısıydı, nefesiydi, sesiydi. Bin yıldır ‘merkez’den hak ettiğini alamamış; bolluk bereket zenginlik nedir bilmemiş; çorak bozkırlarda yarı aç yarı tok yaşamış, buna da isyan etmemiş; dik durmayı, garibanlığı onuru bilmiş bir ‘dilden/edepten/usulden’ okuyordu Neşet Baba:
Gurbet elde garip olan Garibim
Aşkın deryasına dalan garibim
Sevdiğinden ayrı kalan garibim
Ne yaşamış ne yaşıyor ne yaşar
İnsanların ırkına yahut makamına mevkiine, parasına puluna göre muamele görmesine adeta isyan ediyordu:
Ey garip gönüllüm dertli yoldaşım
Niye belli değil, baharın kışın
Var mıdır sormazlar ekmeğin aşın
Zengin isen ya bey derler ya paşa
Fukaraysan, abdal derler, ya cingen haşa
Fakir isen abdal derler, ya cingen haşa
Buram buram ‘İslâm’, buram buram ‘kader’ buram buram ‘teslimiyet’ kokuyordu ‘kendi yazıp söylediği türküleri’:
Ne güzel yaratmış seni yaradan
Esmesin sevdiğim yeller incidir
Güzelsin sevdiğim gülden goncadan
Uzanmasın sana yar yar eller incidir
O ‘güzel bir medeniyet’in, ‘özel bir evlâdı’ydı. Ümmiydi evet, doğru dürüst formel bir eğitimi olmayabilirdi; ama gönlünde en az ‘bin yıllık bir miras’ı temellük ederek, çalıp söylüyordu, ta Horasan’dan gelen Türkmen dervişlerinin rüzgârı serinletiyordu yer yer dizelerini:
Dost elinden gel olmazsa varılmaz
Rızasız bahçanın gülü derilmez
Kalpten kalbe bir yol vardır görülmez
Gönülden gönüle yol gizli gizli
Bir ‘hüzün medeniyeti’nin çocuklarıydık biz; ‘hüzün ki en çok yakışandır bize, belki de en çok anladığımız’ diyor şair-i ekber Hilmi Yavuz, o da bir başka telden ‘hüzün rüzgârları’ estiriyordu gönül coğrafyamızda:
Hep sen mi ağladın hep sen mi yandın,
Ben de gülemedim yalan dünyada
Sen beni gönlümce mutlu mu sandın
Ömrümü boş yere çalan dünyada.
Sen ağladın canım ben ise yandım
Dünyayı gönlümce olacak sandım
Boş yere aldandım, boş yere kandım
İrengi gözümde solan dünyada
Ne yemek ne içmek ne tadım kaldı
Garip bülbül gibi feryadım kaldı
Alamadım eyvah muradım kaldı
Ben gidip ellere kalan dünyada
Ah yalan dünyada, yalan dünyada
Yalandan yüzüme gülen dünyada
O sazını ‘gönülden’ çalıyor, eserlerini ‘gönülden’ yazıyor, türkülerini ‘gönülden’ okuyordu; zira o bir ‘Gönül Dağı’ydı; ‘gönül dağımız’dı bizim.
O ‘gönüller yapmaya’ geldim’ diyen Yunus Emre ile yoldaş, ‘kim olursan ol yine gel’ diyen Mevlana ile gönüldaş, ‘benim sadık yârim gara topraktır’ diye diye Anadolu’yu dolaşan Âşık Veysel’le ayaktaş, ‘lâmbada titreyen alev üşüyor / aşk kâğıda yazılmıyor Mihriban’ diyen Abdurrahim Karakoç’la dildaş, ‘yiğit muhtaç olmuş kuru soğana’ diyen Âşık Mahzuni Şerif’le derttaştı…
Neşet Ertaş “bin yıllık Anadolu geleneği” olan ‘âşıklığın’ günümüzdeki en güçlü, en son ve en sahih temsilcisiydi.
Türkülerimizi ve gönüllerimizi – kendi tabiriyle- ‘havalandırmıştı’ bir ömür; ama kendisini ‘bir milim’ havalanmamıştı.
Harbiye Açıkhava Sahnesi’ndeki konserindeydik ailece, 2010 yazıydı. Beş bin kişilik konserde iğne atsan yere düşmeyecekti; Anadolu’nun sesi / kokusuyla İstanbul ‘buluşmuştu’ adeta. Belki de son konseriydi. Konser öncesi kuliste Bayram Bilge Ağbi’nin dalaleti ile görüşmüş, içinde onun da yer aldığı ‘Akşamın Aydınlığında Portreler’ kitabımı imzalayıp takdim etme imkânı bulmuş, hasret gidermiştik. Baktı, baktı, teşekkür sözü olarak, bin yılların mirası, adeta onunla özdeşleşen meşhur sözünü söyledi yine: ‘Fahri gardaş, ayağığın turabı, göğnüğün hızmatçısı oliyim!’
Sesinde bir “hüzün yumağı” olduğu doğruydu; onda sadece kendinin değil, bütün bir Anadolu’nun hüznü vardı.
Bana otuz beş sene evvel Neşet Ertaş’ı sevdiren adam ‘Gırıggaleli Veysel Karafilik’i aradım bu kitap için; ‘Neşet Ertaş’ın onun hayatındaki yeri’ni sordum; ‘bizim Veysel’in, tam da ‘Koca Usta’nın dilinden söyledikleri:
‘1967’li yıllarda Gırıggale’de akşamları bakgal dukganımızdan eve dönerken, babamdan gizli gittiğim, mahalle düğünlerinde sazının dibinde yakın mesafede dinlerdim, Gırşeerli Neşet Ertaş’ı.
‘Aydooooosss!”
O günlerden hafızamda kalan, Gale Mahallesi’nde şimdilerde blokların yer aldığı Garagaya’da okuldan arta kalan vakitlerde mal güderken şu türküyü çıırdığım:
‘Möhür gozlüüüm seni elden,
Sahınırım gısganırıım…
Yaaan gardaaan, esen yelden,
Sahınırım gısganırım.. ‘
1968’te ilkokulu bitirirken her dersten ayrı ayrı, yıl sonu imtihanı olurdu(k). Müzik kabiliyetim zayıf ve sesimin bed olmasına rağmen, yirmi beş guruşa Destancıdan aldığım tek yapraktan ezberlediğim, Abdal Neşet’ten aynı türküyü çıırarah geçtim müzik dersinden:
‘Havadaki durnalardaan,
Su içtiiin gurnalardaan, Giyiindiiin urbalardan,
Sahınırım, gısganırım hey…‘
1977’den itibaren Adapazarı’nda gurbetteyim. O yıllarda öğrenci evinde sıla özlemini Neşet Ertaş kaseti dinleyerek gideriyoruz. Hatta o yıllarda yaygın olan arabesk müzik tercih eden arkadaşlarıma, zorla Neşet Ertaş dinlettiğimi hatırlıyorum:
‘İki böyük niimetim var,
Biri anam, biri Yaarim..’
O yıllarda Halk Ozanı Neşet Usta’nın o düğünlerde topladığı paranın çoğunu düğün sahibine geri verdiği bilinirdi…
Anadolu insanın, kitaplarda tanımı olmayan tasavvufî bir yönü olduğuna inanırız. Allah ü Âlem, bu veçhe, Neşet’de zuhur etmiş olmalı…’’
Evet; Veysel Karafilik’in gönlündeki Neşet Ertaş da buydu.
Türküleri sevdiren adamdı o. Türkülerle ‘bizi bize döndüren’ adamdı; ‘bizi bize hatırlatan’ adamdı.
‘Aslımıza döndüren’ adamdı o. Türkülerle yaptı bunu; bozlaklarla, aydostlarla…
Tezenesini ‘üç telli sazı’na değil, gönlümüzün tellerine vuran adamdı o.
Türkü Baba’sıydı hepimizin.
Fahri TUNA yazıyor
—–
(1) http://www.xn--trkler-3yac.com/,
(2) 28.01.2006 tarihinde Adapazarı Atatürk Kapalı Spor Salonu’nda kendisiyle yaptığım söyleşide söylediklerinden.
(3) A.g.e.
(4) http://www.kimkimdir.gen.tr/kimkimdir.php?id=202,
(5) Mehmet Şeker, Yeni Şafak gazetesi, “Ayakları yerde, başı göklerde”, 31.01.2006, sh. 17
*: Portre ve biyografi yazarı, şehir araştırmacısı, yayımlanmış 18 kitabı bulunmaktadır.