Daha 1879’da kurulan III. Bulgar devleti, Türklerin Prensliği kitle halinde terk etmesine olumlu bakmıştı. Aklında olanı daha 1882’de açığa çıkararak Lovça (Loveç) bölgesinde Müslüman Pomak-Türkleri ve Romanların isim ve dinlerini değiştirmeyi daha o zamanlar denemişti. Böylece, Bulgarlar tek dilli, tek kültürlü ve tek milletli devlet kurma niyetini gizleyememişlerdi.
140 yıl önce, Rus Çarlığı’nın istilacı güçlerinin, Bulgar Prensliğinde kurulacak bir “millet” veya “devlet” projesini hazırlatıp uygulattığını kanıtlayan deliler gösteremesem de, esaret altına düşen etniklerden yalnızca Bulgar kavmine uluslaşma, diğerlerine de hem Rus hem de Bulgar esaretini kabullenme yolu açtığı bilinir.
Bulgar halkı milli kimliğini oluşturamadı.
Monarşi devrinde (1878-1944) Bulgar egemenliği pekişmedi, ülke sanayileşemedi, girdiği savaşların tamamını kaybeden ve felaket ardına felaket yaşayan Bulgar halkı milli kimliğini oluşturamadı. Monarşi devrinin sonunda devlet çökmüş, halk da parçalanmıştı.
Egemenlik tapusunu Bulgarlar Moskova’ya teslim etti.
1944’te egemenliğinin tapusunu Moskova’ya teslim eden Bulgaristan Halk Cumhuriyeti, sosyalizm maskesi altına gizlendi. Faşist devlet yapısını koruyarak, Sovyetler Birliği yardımlarıyla sanayileşme gerçekleştirdi. Halk bu gelişmeyi 4. Bulgar devleti kuruldu şeklinde idrak etti. Sosyalist devletin maddi temellerinin atılmasında ve kuruculuğunda Bulgaristan Müslümanlarının payı olağanüstü büyüktü. Onların bu dava kazanılması için 7-8 devrelik bir dönem için eğitim ve kültürel kimlik oluşturma hakları tanındı. Öyle de olsa, ayrım gören ve yüksek teknolojik donanımlı üretimlerin, askeri, petro-kimya ve enerji tesislerinin yanına yaklaşmalarına bile izin verilmeyen Türkler, askerliğini inşaat eri olarak yaptı. Tarımsal üretim, madencilik, hafif sanayi ve inşaat işlerini üslendi ve ülkenin dış ekonomiden elde ettiği dövizin yarısını sağlayan ana iş gücü durumuna geldi.
1956’da Türkiye’den koparılması için resmi karar alındı
Yine 1956’da Bulgaristan Türklerinin Türk milletinden koparılması için resmi karar alındı ve bu yönde belirlenen stratejik çizgiye uyularak 1958-59 ders yılında Türk okulları Bulgar okullarıyla birleştirildi. Türk maneviyatı ve kimliğinin anadile dayanarak zenginleşerek gelişime yolu kesildi. Türkleri, tarihleri unutturularak ve maneviyatları eritilerek, asimile etme siyaseti bir devlet politikasına dönüştürülerek giderek sertleşen terör yöntemleri uygulanmaya geçildi.
Bulgaristan Türkleri her zaman milli kimliklerine sahip çıkmıştır.
Bulgaristan Türkleri 55 direniş örgütünde buluşup 1989 Mayısında hak ve özgürlükleri, adalet, çok kültürlülük ve demokrasi uğruna ayaklanmaları ve ardından esaret zincirlerini koparıp topluca ana-vatana göç ettilerse bu tamamen bilinçli tarihsel bir olaydır.
Yukarıda sıralanan gelişmeler, Türkiye Cumhuriyeti’nin manevi desteği gölgesinde, ülke çapında birleşen Türk maneviyatının gücüyle ve yerel halk öncülerinin cesur önderliğinde gerçekleşti. Burada Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Sn. Turgut ÖZAL’ın katkılarını da anmadan geçemeyiz tabi ki. Bulgaristan Türklerinin Latin Alfabesi, gelişmiş anadili, edebiyatı, dini, gelenek sistemi ve halk bilgeliği olmasaydı, her gün ve her yerde Türkiye Cumhuriyetinin güçlü desteği olmasaydı, 1989’un son günlerinde BKP MK ve Devlet Konseyi (Cumhurbaşkanlığı) kararıyla isimlerimiz ve dini haklarımız, dolayısıyla geleneklerimizin iade edilmezdi.
Bulgarların bu on ikinci yenilgileriydi.
Totaliter Todor Jivkov ve Bulgar devlet makamları sürekli “Biz Türkleri Yendik!” havalarında olsalar da, yenilmişler, isim ve din değiştirerek Bulgarlaştırma siyasetinde toslamışlar ve bu onların Bulgarların 12. Yenilgileriydi. Bu davada Türkler, Pomaklar, Tatarlar ve Roman-Millet hep birlik olmuşlar ve mitinglerde, yürüyüşlerde, açlık grevlerinde dayanışmışlar birlik ve beraberliklerini göstermişlerdi. Milli öndersiz verilen bu kavgada Türk-Müslüman halkın sıkı dayanışması her defasında olduğu gibi yine kazanmıştı.
Bulgaristan Türklerinde kararlılık, halk iradesi ve politik olgunluk belirmişti. Davaya sadık kalanlar Bulgaristan’dan kovulsalar da, gidip dönmüşler ve adalet ve demokrasi mücadelesinde omurgasını oluşturmuşlardı.
Gelişmeler Bulgar istihbarat ve politik zirvesinin, ayrıca KGB-Moskova’nın Bulgaristan ve Bulgaristan Türkleri topluluğundaki uyanış, diriliş ve savaşın aşamalarını izlerken boş durmamış, milli, parti ve azınlık lideri laboratuvarını çalıştırmış ve gelişmelere göre “ajan-muhbir lider” uygulamalı planı hazırlamıştı.
İşte böyle bir ortamda 1990’ın karlı buzlu bir Ocak sabahında Bulgaristan Türklerinde “artık düze çıktık”, huzuru bulduk yeni güneşimiz doğarken, ne yazık ki, hiçbir şey beklediğimiz gibi olmadı. BKP ve Totaliter-Bulgar devlet yönetimi halktan koptuğu gibi, kendi üye kitlesinden de kopmuştu. “Soykırım” sürecine katılan 3 kuşak Bulgar soyunun komünist milliyetçi temsilcileri, geçmişini geçmişte bırakıp Bulgaristan Türkleriyle ortak bir gelecekte beraber olmayı kabul etmeyeceklerini ifade etmeye başladılar. Kafalarına yerleşmiş olan, DEDESİNİ VE BABASINI ÖLDÜREN BİR OĞULUN GELECEĞİ OLAMAZ! İnancıydı.
Bulgaristan’da 1990 sonrası Türk Düşmanlarını Türklerin-HÖH’ün oyları ile Cumhurbaşkanı seçtirdiler.
Parti ve devlet yönetiminin Müslümanlarının isimlerini ve ibadet haklarını iade etmesini, Bulgar milli kimliğine ihanet olarak algılayanlar, karma bölgelerde il ve ilçe merkezlerine toplanmaya başladılar. Daha o zamanlar 7 Ocak 1990 yılında kurulan OKZNİ – Milli Çıkarları Savunma Genel Milli Komitesi –Bulgar ırkçıların partisi merkez kurucuları arasındaydı, daha sonra iki kez Müslüman oylarıyla seçilen Moskofcu Georgi PIRVANOV’da vardı. Aynı zamanda o Kırca Ali OKZNİ Partisi -(Milli Çıkarları Savunma Genel Milli Komitesi) başkanıydı. Bu partinin “Bulgaristan Bulgarlar için, Türkler Türkiye’ye, Burası Bulgaristan, Yeni KIBRIS istemiyoruz, Defolun Bulgaristan’dan” sloganları attılar. Daha sonra SÖZDE TÜRK PARTİSİ HÖH’ÜN TÜRKLERİN OYLARI İLE İKİ DÖNEM BULGARİSTAN CUMHURBAŞKANI OLDU…
TÜRKİYE’DEN KULANILAN OYLARIN TAMAMI Georgi PIRVANOV’A VERİLDi. Bu arada bu hesabı soran dahi olmadı.
Siyaseti belirleyen gerçek şuydu. Türk düşmanlığı bir devlet politikası olarak tırmandırılırken monarşi-faşist ve totaliter-komünist saldırganlık, faşist-komünist-ırkçı milliyetçilik siyasete alet edilirken zihinler zehirlenmiş, gözleri kararmıştı.
Yeni bir iç savaşın patlak vermesi Bulgaristan’ı yakabilirdi. Bulgar milliyetçiler, Türkler ve diğer azınlıklarla uzlaşma ve her konuda ortak olma ve iyi komşuluk ortamında kardeşlik etme hayalini çoktan tamamen ortadan kaldırılmıştı. Esen sert politik havada ve Türklere-Müslümanlara yumruk sallayarak ima edilmeye çalışılan “Bulgar olduğunuzu kabul etmeseniz, isimlerinizi geri alırsanız ve yine camilere dolarsanız birlikte kurduğumuz 4. Bulgar devletinden hiç bir hak iddia edemezsiniz, hiçbir şey alamazsınız! Hemen defolun! Bulgaristan’ı terk edin. Bulgaristan Bulgarların!” şeklinde sataşmalarla kızıştırılıyordu.
Sözde Türk Partisi kuruldu Başkan Bulgarlar tarafından atandı.
İşte böyle gergin bir ortamda, 4 Ocak 1990’da “ben bir Türk Partisi kurdum, adı Hak ve Özgürlük Hareketi” diyerek bir polis arabasından indi. Elindeki (Bulgar polisinin verdiği) hoparlörden Müslümanlara seslenen, ardından da İç İşleri Bakanlığı helikopteriyle gerginlik bölgelerini dolaşan muhbir-Doğan’ın, 1974’ten beri gizli polis ajanı (muhbiri) olduğunu, gece Bulgar milliyetçilerle yiyip içip sabah Türklere yalan sattığını kim bile bilirdi?
O yıllarda Türkiye Cumhuriyeti Sofya Büyükelçisi olan rahmetli Oral Yalçın’ın “Ahmet Doğan lider olacak” beyanı, dengeyi tamamen Bulgar polis tuzağı lehinde değiştirmişti. Büyükelçi O. Yalçın Bulgar makamlarıyla bu konuda gerçekten anlaşmış mıydı? Bunu ancak sır saklayan arşivlerden öğrenebiliriz… Amma seçeneğin Bulgaristan Türkleri için pek-iyi olmadığı kısa sürede açık seçik ortaya çıktı, fakat yeniden başa dönmek için çok geçti ve dönüşüm hala yapılamadı. O dönem Türkiye dış işlerinin çoğunluğunu FETÖ-elemanlarının kontrolünde olduğu da 15 Temmuzdan sonra ortaya çıkmış oldu.
Bulgaristan Türkleri halk sezgisi derin ve çekilerinin getirdiği değerlendirme birikimi zengin bir topluluktur. Muhbir-Doğan’ın Varna’ya bağlı, Kozluca (Suvorovo) belediyesinin Halaçlı (Drındar) köyü Roman-Dale kırması olduğu ortaya çıkmıştı. Aynı zamanda Türkiye’nin devlet kanalı TRT, Bulgaristan’daki olaylarla ilgili haberlerinde “A. Doğan lider” ifadesini kullanmamış olsaydı, gözü pek insanımız Türkçe bilmeyen, her konuşmasında “Bulgaristan Türklerinin Bulgar halkından bir parça olduğuna” vurgu yapan bir polis-muhbir-ajanını, lider olmasını asla kabul etmezdi. Büyükelçi O. Yalçın’ın “hadi şu Bulgar uşağının ardından bir süre gidin, sonra bakarız” sözleri, Bulgaristan Türklerini sonsuz bir bekleme moduna soktu ve bu bekleyiş 30 yıldır sürüyor. Bir hata 30 yıl geçmesine rağmen onun değişmediği veya değiştirilemediği bir oyun kuralına bağlandığımız artık net olarak ortadadır.
Hem anti-Türk hem de devlet iradesine karşı başkaldırdılar.
Bulgaristan’da 45 yıl süren ve hemen hemen herkese boyun eğdirmek için elinden geleni asla ardına bırakmayan bir komünist diktatörlük rejiminin iflas ettiğini (1989) ilan etmesinden hemen sonra şöyle bir gelişme de oldu. BKP’nin ardından sürüklediği partili ve partisiz kitle ideolojik çöküşü ve kendi ateşiyle toplumu daha ileri taşıyamayacaklarını itirazsız kabul etti. Fakat mesele Müslümanların insan haklarına geldiğinde “ödün veremeyiz, isim ve ibadet hakları iade edilemez” dediler. Aynı anda hem anti-Türk hem de devlet iradesine karşı başkaldırdılar. Uluslararası insan hakları anlaşmalarını imzaladılar fakat memlekette asla uygulamadılar, mecliste onaylanmalarına engel yaratırken, hepsini hasıraltı ettiler ve azınlıkları ötekileştirdiler ve normal doğal haklarını dahi tanımadılar.
1990 Bulgar başkaldırısı 1984-1989 ırkçılığının yeniden patlamasıydı.
Son 30 yılda bu fışkırma dalga dalga olmak üzere Bulgaristan toplumundaki parçalanmışlığı bir kırmızı ayrılık çizgisi olarak kesintisiz uzattı. Bulgar toplumunun şah damarından ve beynindeki her hücreden fışkıran milliyetçi kıvılcım ve ateş lavlarını söndürmek isteyenler 3 perdeli bir çözüm bulabildiler.
Ülke tarihinde ilk kez Bulgaristan Türklerinin insan haklarının eksiksiz yasallaşması bir zorunluluk haline gelmişken, aynı zamanda toplumun aşamadığı ana sorun olmuştu.
1964’te başlayan ve devletle azınlıklar arasında dalgalı alçalıp büyüyen baskı ve terörle damgalanan bir iç savaşta yenilmeyen, 1989 Mayıs Ayaklanması zaferini yaşayan Türklerdi. Yarısı halk iradesine uyarak vatanı terk etse de, diktatör T. Jivkov’un devrilmesini 10 Kasım 1989 ile 1990’ın ilk gününe kadar beraber kutlamışlardı.
Daha BKP ismiyle Komünist Partisi merkez yürütme kurulu 29.12.1989’da Türk isimlerinin geri verilmesi kararı almıştı. Bulgaristan Türklerinde irade ve ruhsal bakımdan bölünmüşlükten söz edilemezdi. Dönüşüm ufku ağrırken, Bulgar topluluğu tek dilli ve tek milletli devlet yerine, çok kültürlü bir devleti Türklerle birlikte kurup paylaşmayı kabul etseydi, belki de her şey kökten değişecekti. Kültürlerin etkileşiminden ve kaynaşmasından güç doğduğunu bilmeyen yoktu. Ama o dönem Bulgar yöneticileri bu dönüşümü yapamadılar eski alışkanlıkları ile devam ettiler.
Ne yazık ki birliktelikte yaşamak olmadı ve son 30 yıl kısır geçti.
Demek oluyor ki, ideolojisi netleşmemiş, çok kültürlü potansiyeli birlikte gerçekleştirme ülküsü özüne inmemiş olan ham Bulgar toplumu nüfus olarak bırak genişlemeyi yeniden üretimi, basit var olabilme enerjisi bile üretemiyordu. Daha ilk hamlede bir milyon vatandaş memleketi terk etti. 1990 yılı ocağında kızışan ortamı daha yakın düşünürken, şairlerimizden Habil Kurt şöyle demişti: “Sabah ekilenin, içinde ateş olan bir tohum olduğunu bil!”
Ekilen tohum daha demokratikleşme ufkunda Bulgaristan’ı parçaladı. Bulgar toplumu bunu bilemedi, bilmek istemedi, geleceği Türklerle paylaşmak ise aklının kenarından bile geç(ire)miyordu.
Üzerinde uzlaşmaya varılan çözümler ancak şunlardı.
- Komünist Partisi (BKP), Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) adını alacak ve devlet terörü uygulama sevdasından vaz geçecekti.
- Adalete uyanan Demokratik Güçler Birliği’ne (CDC) hayat hakkı tanınacaktı.
- Yeniden yapılanacak toplumda insan haklarına saygı isteyen Türklere politik sahnede sosyalistler lehinde dengeleyici rolü verilecekti.
1990’da hayat hakkı isterken diz çöken BSP’nin totaliter dönem suçlularından, eski-BKP yönetiminden, “soykırım süreci” katillerinden hesap sorulmasını önleyebilmesine yine Moskova da yardım geldi. 1991’de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği (SSCB) dağılırken, Kremlin çekmecelerinden birinde unutulmuş olan Bulgar egemenliği tapusu, “istediğiniz gibi kullanabilirsiniz” temennileriyle Sofya’ya iade edilirken, en önemli konu “komünistlerden hesap sorulmayacak” hatırlatılmasıydı.
Bu gelişme, komünistler sosyalist partiye geçerken, 45 yıl zulüm uygulayanlar – açık ve gizli polisler, ordudan subaylar ve gönüllü terörcüler BSP dışında bırakıldılar.
Son 10 yılda iktidar olan bu güçler – işledikleri suçlardan ötürü kendilerinden bizzat hesap sorulması gereken kişilerdir – ki, 30 yıldan beri Türklerin kendi aralarından lider yetiştirmelerine ve kurumlaşmalarına da engel olurken, seçim mitinglerinde Türkçe konuşanlara okkalı ceza keserken, sürekli ötekileştirme, sindirme, göçe zorlama ve ırkçılık siyaseti izlemişlerdir. Aynı zamanda yeni çıkan-çıkarılan Türk partileri de nedense hepsi Bulgar istihbaratına muhbirlik yapan kişilerden seçildi. Tabi tesadüf de olabilir…
Bizler ne kadar tesadüflere inanmasak da her şey mümkündür.
Ayrıca şu da var:
1991’de çıkan BSP Merkez Konseyi kararları 2020 yılı açısından değerlendirildiğinde, bu parti (BSP) 1944 katliamı ve daha sonra azınlıklara karşı uygulanan devlet terörünü kınadı.
Fakat suçluları cezalandırma yönünde ileri adım atmadı-atamadı-attırmadı. Komünizmin bir cinayet rejimi ilan edilmesi, eli kana bulanmış katilleri kendiliğinden af etmedi! Komünistleri hâkim karşısına çıkarmak isteyen olsa da başarısızlıkla sonuçlandı. Bunun peşinden giden gruplar cılız kaldı ve başarısızlıkla sonuçlandı, çünkü karşılarında dev bir güç vardı o da hem KGB hem de başı çektiği Bulgar gizli devleti.
Ezilenlerle ezenlerin, mazlumlarla katillerin uzlaşması ancak tarih bilinci üzerinden mümkün olabilir.
Tarih şuuru geleceğin yoludur. Bulgarlar, Osmanlıdan arınma programları gerçekleştirdiler. Cami, tekke, medrese, okul, han-hamam, köprü ve çeşmeler yıktılar, Türkleri cahil bıraktılar. Köylerini bastılar. İsimlerini ve mezar taşlarını bile değiştirdiler. Dillerini, geleneklerini, törelerini yasakladılar. Fakat Bulgaristan Türklerinin tarihini yazamadılar, çünkü bu tarihin her sayfası Komünistlerin işledikleri zulümlerle, işkencelerle, kanla ve haksızlıklarla doludur. Onlar bizim tarihimizi Türk ruhu üzerinde hiçbir zaman zafer kazanamadıkları için de bu tarihi yazamazlar-yazamıyacaklar. Bizim başımız her zaman olduğu gibi yine dik. Kimseye de eyvallahımız yok. Atalarımızdan gördüğümüz gibi yine adalet ve hak yolundan devam edenlerdeniz.
Şunu da önemle belirtmek gerekir. Yaşananlardan ders çıkarma ustalığına hâkim olan Bulgaristan Türkleri bugün de her zamankinden daha yüksek bir morale sahiptirler.
1990’da yeniden dirilip yapılanmaya başlarken, biz bu işe anti-komünizm veya Bulgar düşmanlığı ile başlamadık. Bizler her zaman olduğu gibi yine hakkın yolunda ilerleyenlerdeniz.
Binayı ateşe verdiler geçmişi belgeleri yaktılar yok ettiler.
Binayı (sosyalizm yapısını) kurmamış olan bir kişinin aynı binayı sökemeyeceğini bildikleri için, yeni endişeler duymaya başladılar ve binlerce işletmenin, kooperatifçiliğin, alt yapının çökmesine tanık oldular. Bu cümleden olmak üzere, Sofya’da BKP MK binasını ateşe verilmesi, Başbakan Andrey Lukanov’un sadık kadrolarına birer çuval para verip “kapitalist” (iş adamı) olarak ataması, milli servetin dış ülkelere kaçırılması vs vs milli menfaatlere seri ihanetlere örnekler verdi. Ardından yoldan saptı diye yok eden de yine kendileri oldu.
Yeni zenginler hep BKP MK Politik Büro üyelerinin damatları, sevgilileri, şoförleri, korumaları, hademeleri ya da onların yakınlarıydı. 30 yıldan beri yerinde saymamızın ya da gençlerimizin hayal kırıklığına uğrayıp vatan-Bulgaristan’ı terk etmesinin ana nedenleri bunlardır. Toplumun içine Çingene-Dale Balığı gibi kuyruk sallayarak yayıldılar ve bugünkü oligarşi gibi çapsız irileştiler, “Mercedes” tipi araçlara sığmaz oldular ve birer birer uçup gidiyorlar.
Bu değişikliği, Sofya’nın sarı kaldırımlı meydanında bir milyon kişilik mitinglere ve yuvarlak masaya taşıyan Türk Ayaklanmasıydı.
Hiçbir şeyi unutmasak da uzlaşma ve barışma önerileri hep bizden geldi. Direnişlerimiz, 24 Aralık 1984’te 17 aylık Türkan bebeğimizi şehit düşmesiyle Rodop’larda başladı, Şumnu Kaolinovo-Prestoye Dobruca, Deliorman’da devam etti. Türkler ayağı kalktı yürüdüler. Kurşunlara göğüs gerdiler. Öldürülseler de dirildiler. Dövüldüler ama vazgeçmediler. İçeri atıldılar yine vaz geçmediler. Sürgündeydiler, döndüler. Açlık grevleri, iş durdurmaları, seçime katılmama, milli bayramları kullanmama, pazarlara çıkmama, çocuklarını okula göndermeme gibi değişik şekiller denediler, haklı ve barışçı direniş biçimlerini birer birer uyguladılar.
BKP komiteleri, belediye, muhtarlık, toplama kampı ve savcılık önüne toplandılar, oturup sustular, kalkıp yürüdüler, sel gibi aktılar-rüzgâr gibi döndüler. Su gibiydiler durup dinlenip yine aktılar. Kömür gibiydiler, ateşle alevlendiler, uzaklaştılar söndüler ve o sönmeyen büyük ateşi hep içlerinde taşıdılar.
Onlarınki öyle bir direnişti ki, daha önce ne görülmüş, ne işitilmişti. Tankların üzerine çıkan kadınlar dünyayı şaşırttı. Bulgaristan’da Komünizmi böyle yıktılar. Bizler dünyaya örnek olduk. Berlin duvarı bizim direniş ateşimizden ateş alınarak yıkıldı.
Böyle bir direniş selinden bir halk lideri yükselmesi doğaldır. Kurşunlanarak öldürülen, hapishanelerde, toplama kamplarında, sürgünde ve göç yolunda şehit düşen kardeşlerimizin hepsi bir liderdir. Ölümsüzdür. Sönmeyen meşaledir.
Davamızı “Hür Avrupa”, “TRT-Ankara”, “Almanya’nın Sesi” ve “Amerika’nın Sesi” radyolarına taşıyan, Paris AGİT İnsan Hakları Konferansı kürsüsüne taşıyan kardeşlerimizden hepsi birer liderdir. Ekim 1929 Bulgaristan Türkleri Milli Kongre sonrası, 21 Mayıs 1989’da İslimiye ili Alvanlar (Yablanovo) köyünde “İnsan Hakları Örgütünün” Demokratik Birlik Birinci Kongresine çağıran militanların hepsi birer liderdir, halkımızın da gurur duyduğu önderlerdir.
Mustafa Ömer, Ali Ormancı, Sabri İskender, Avni Veli, Ömer Osman, Emin Mehmedali, Abdula Çakır, Saafet Receb ve kurşuna dizilen ve sorguda-zindanlarda şehit düşen diğer kardeşlerimizin hepsi, Eski Zara (Stara Zagora) hapishanesinde yatan kardeşlerimiz, Sofya ve Varna hapishanelerinde kalanların hepsi birer kahraman ve birer önderdir, sıralama sonsuzdur. Onlar lider olmasaydı, hayatlarını hak ve özgürlüklerimiz için feda etmeselerdi, neden içeri atılacaklardı? Dava yoluna sevdalı kardeşlerimizin hepsi sevilen halk öncüleridir. Bir asır süren mücadelemiz sayısız lider yetiştirmiştir. İçlerinde Bulgar-Komünistlerin aramızda muhbirleri olsa da biz köylerde herkes kimin kim olduğunu çok iyi bilirdik.
Önce “evrim” ardından da “devrim” dedikleri dönüşümde Bulgar ateşi yoktu. Bulgar’a ateş verecek kimse de yoktu.
İçinde ateş olmadığı için Bulgarların dönüşümleri yarım kaldı. Bizden ateş istemediler, almadılar. Maalesef Bulgaristan’a yazık oldu. Bulgarlar kendilerini o kadar çok lekelemişlerdi ki, onlara ateş verecek kapı dahi kalmamıştı. Memleketin en önemli konusu Bulgaristan’ın geleceği ve bu gelecekte Türklerin yeri oldu.
Geçen 30 yıl gösterdi ki Bulgaristan’da Türkler olmadan ne demokrasi ne adalet ne de Cumhurbaşkanları seçilebilir.
Tüm Cumhur-başkanları Türklerin HÖH’ün oyları ile seçilmiştir. Sadece 2011 yılında Cumhurbaşkanı adayı olan Rosen PLEVNELİEV HÖH’süz seçilmiştir, fakat o da BULTÜRK’ün oyları ile seçilmiş oldu, az da olsa sandığında Türk oyu yine vardı. Yani Türk oyu almadan Bulgaristan Cumhurbaşkanı seçilemediği ortadadır. Buna rağmen hiçbir seçimde Cumhurbaşkanı yardımcısı Türk olmamıştır, işte önümüzdeki seçimlerde bunu yapmamız gerek.
Ön plana, sağ ve sol diye ikiye parçalanan Bulgar toplumunda Türklerin alacağı konum, izleyecekleri strateji, kucaklamak istedikleri yeni ufuktu.
Bu ufukta Türkiye Cumhuriyetinin yardımları da vardı. Biz TİKA’yı, Yunus Emre Vakfını bekliyorduk. Yasaklar aşılamadı. Bulgaristan’da çalışmaları yasaktı. Ne de olsa daha ilk dönemde bazı Türk Holdingleri, bankalar, ticaret şirketleri ülkemize geldi işyerleri açtı.
Ne var ki, onların ardından eğitim ve basın yayın alanına, Büyükelçilik ve konsolosluklarla sıkı işbirliği halinde FETO – okul ve ofisleri açıldı. Bulgaristan Türklerinin periyodik gazete çıkarma hakkını gasp ettiler. Biz açılan FETO okullarında Türk çocuklarının derin anadil eğitimi alacağını düşünürken burada paralı İngilizce eğitim verildi ve fakir Türk çocuklarına kapıları daha ilk günde kapanmış oldu.
FETO-kadroları İmam Hatip Liselerimizi ve Baş müftülüğü de kuşattı
FETO-kadroları İmam Hatip Liselerimizi ve Yüksek İslam Enstitümüzü de kuşattı ve baskı kullanarak ezberciliği dayattı. Türk çocukları dini eğitimden de uzaklaştırıldı. Yine bu dönemde memlekette eriyerek tükenmekte olan Türk eğitim ve kültürünü canlandırmak için İstanbul’da HÖH yönetimi ile FETO vakıfları arasında 15 bin Bulgaristan Türk öğrencinin Türkiye’de yetiştirilmesi için bir işbirliği antlaşması imzalandı ve bu gençler çoğu geri dönemediler. Böylelikle Bulgaristanlı Türk gençliğinin Türk kültürüyle aşılanmasına çok ciddi bir darbe indirildi ve alınan yaralar bugün de sarılamamıştır. TİKA ve Yunus Emre vb vakıfların Kuzey Makedonya Cumhuriyetinde ulaşabildiği başarıları hepimiz görüyoruz. Kısaca, FETO ile HÖH yönetimi el ele vererek Bulgaristan Türklerinin anadilde ve geleneklerimize göre yenilenme ve zengin maneviyatla güçlenmemizi engelleyebildiler. 30 yıl önce FETO kapanına düşürüldük ve bugün yaralarımızı yalıyoruz amma hala iyileşmiş değiliz.
TİKA, Sırbistan, Makedonya, Kosova, Arnavutluk, Hırvatistan, AB ülkesi Romanya ve Macaristan’da resmi olarak çalışmaktadır. Bu yönde Türkiye Cumhuriyeti diplomasisine de büyük ödevler düşmektedir.
Bu hafta verdiği demeçte Kuzey Makedonya Cumhuriyeti Arnavut liderlerinden Ali Ahmeti – birleşelim ve başbakan çıkaralım – diyebiliyorsa, biz bunu seçim haklarımızı kısıtlamadan kullanabilsek daha 1990’larda gerçekleştirebilirdik. Muhbir-Ahmet Doğan 1993’te Kırca Ali’de yapılan HÖH Konferansında ihanet etmeseydi, 10 bin Türk Kimliği davası militanı kardeşimizi partiden ve vatandan kovdurmasaydı, her yönde çok yol alabilirdik. Amma bundan sonra alacağız! Almak zorundayız! Bu güne kadar teşhis koyamazdık, artık teşhis kondu bu günden sonra çözüme eskisinden daha yakınız…
Bulgar siyasetinde, tamamen çarpıtılan tarihsel ve diyalektik maddecilik dışında bir ideoloji olmasa da, arıların bir çanak şerbete toplandığı gibi, sağcı, solcu, liberal, konservatif, demokrat ve faşist kanattan kim ne kapabildiğiyse ırkçı-milliyetçilik gömecinde bal yapmaya çalıştı. HÖH’ün “yeni liberalizm” demesi çok acı bir gerçektir. Halkımızın ruh kanatlarına sallanan satırdır. Bizi, emperyalizmim sömürü çarkına bağlamayı hedeflemektedir. HÖH’ün istikameti, bellidir Türklerin kurtuluş HÖH yönünün tam tersidir.
Tarihimizi unutturmaya, geleceğimizi yakmaya çalışıyorlar.
Türklüğümüzü eritme hedefine bağlı kalan ve zihniyet olarak son 30 yılda iktidardan düşmeyen ırkçı-milliyetçi güçler Türk kültürüne sahip çıkan, eğitimci kadrolarımıza son 142 yılın en ağır darbesini vurdu. Entelektüel Türkler kıyıldı, kültürel geleneklerimizi ve birikimimizi devredemeden yaşlandılar, yalnız kaldılar. Bulgaristan’da aldıkları emekli maaşlarıyla geçinemediklerinden Türkiye’ye göç etmek zorunda kaldılar. Aydınlarımıza sürekli baskı yapıldı ve yanlış yönlendirildiler.
FETO-cularla Bulgar-Totaliter devleti ortak çalıştılar.
FETO-cularla Bulgar-Totaliter devletinin ortak çalışmaları olumsuz sonuçlar verdi. Böyle bir saldırıyı, Atatürk’ten kaçıp Bulgaristan’a yerleşen ve Çar III. Boris’e ve faşist hükümetlere akıl hocalığı yapan Türkiyelilerden daha monarşi döneminde de yaşamıştık. 1929’dan sonra Bulgaristan Türk aydınları öncülerinin kıyılmasında haince davrandılar ve buna devam etmekteler.
Totalitarizm döneminde dini eğitim yasak olduğundan, Bulgaristan’da aydın tabaka deist ya da ateisti.
FETO- elemanları onlara değişik maddi olanaklar sunarak, işbirliği geliştirdi. Bulgaristan Türklerini devlet makamlarında temsil etme küstahlığında bulundu. Başmüftülük işlevlerinin bazılarına da el attı.
Çıkardıkları gazete ve dergilerde çalışan kadrolardan bazılarını kendileri yetiştirdiler.
Bu gerçeklerden hareketle Bulgaristan Türklerini uzun vadeli programla eğitime ve Türk kimliği taşıyıcısı olacak kadro yetiştirme çalışmalarına yeni yön vermek gerekiyor. Bununla ilgili Türkiye bilim çevrelerinin Türk olan ama dış ülkelerde yaşayan soydaşlarımızın ana-dillerini ve İstanbul Türkçe’sini ve kültürümüzü daha kolay öğrenip özümseyerek yaşatabilmeleri için yeni algoritmalar geliştirmeleri zorunludur.
Türk sanat adamlarına da sözüm var. Türk sanatının, filmlerinin Balkanlarda (Bulgaristan’da) yaşayanların beynini fethettiği 21. Yüzyıl gerçeklerinden biridir. Tarihte yaşayan olumsuzlukları aşarak, barış kalesi olmak zorunda olan bu ülkelerdeki ruhsal durumu lehimizde değiştirebilmek için yeni düğüm noktaları yaratmak ve yeni seçeneklerle ortak yön aramak zorundayız. Bu çalışmalarda soydaşlarımızın rolü büyük olabilir. Artık geriye dönüş gözüküyor. Şehirlerin köylere taşma çağına girmiş bulunuyoruz, bizim köylerimiz ise ata-vatanımızdadır.
1989’da bizimki bir diriliş bir halk ayaklanmasıydı.
Çarlık ve totalitarizm aşamalı Bulgar tarihinde 1989 Türk Ayaklanması kadar etkili, korkutucu ve çökerten bir milli direniş olmamıştır. Bizimki bir halk ayaklanmasıydı. 1984’te başladı. 1989’un sonunda geçici olarak bayrak dürdük. Bulgaristan Türklerinin ruhu beş sene kanatlarını hep açık tuttu, hep uyanık, hep nöbette, konmadan uçtu. Bulgaristan’da Türk hakı, mezar kazdı, yara sardı, zindanda yattı, kamplarda gün saydı, sürgünde uyumadı. Programını yazdı, aralarında örgütlendi ve dünyayı yardıma çağırdı. Bizimki bir uyanma bir halk şahlanışıydı. Devlete, yasamaya, yürütmeye ve yargıya katılmayı hak etmiştik. Yeni toplumsal yapılanmada yer almak, kullarımızı ve kültürel tesislerimizin iadesini, istiyorduk. “Bizsiz demokrasi ve adalet olmaz” dedik, olmadı, yapamadılar, yapamazlar…
07 Haziran 2020 Sofya’da Kartal Köprü” de 1.250 bin kişinin katıldığı muhalefet mitinginin bu gün 30. yıl dönümüdür.
Anayasa değişikliği gerçekleştirecek Büyük Halk Meclisi seçimlerinden 3 gün önce toplanmıştı. Yeni Anayasa haksızlığımızı yasallaştırdı.
Bulgar demokratlar Türklerle el ele verip totaliter rejimi tarihe gömme sayfası açamadılar.
Birkaç ay sonra Cumhurbaşkanı olan Dr. Jelü Jelev konuştu o mitingde. Türklerin hak ve özgürlüklerinden, şehitlerinden ve göçe zorlanan 360 bin soydaşımızdan söz etmedi-edemedi. Hiçbir Bulgaristan Türkü kürsüye dahi davet edilmedi. Türk ve Bulgar demokratlar el ele verip totaliter rejimi tarihe gömme sayfası açamadı. Bir yıl önceydi, büyük göç seli “Kapıkule” sınır kapısına dayandığında Paris AGİT konferansı toplandı. Bu konferansta Bulgaristan Türklerini “İnsan Hakları Örgütü – Demokratik Birlik” Başkanı Mustafa Ömer ve “Viyana -89 Dayanışma Derneği” Başkanı Avni Veli hepimizi tüm Bulgaristan Türklerini temsil etmişti. Bulgar demokratları adına haklı davamızı desteklemek amacıyla bir Demokratik Güçler Birliği heyeti Paris’e gitti. Heyete CDC Başkanı Jelü Jelev başkanlık etti. Heyet, Paris’ten Dayanışma Bildirisini okumadan geri döndü. Minnettarlık nedir bilmeyen Bulgar demokratlarının başı Jelü Jelev, bu ihanetine her şeye rağmen, yine de Bulgaristan Türkleri bunu iki defa Türk oylarıyla Cumhurbaşkanı seçti. Fakat o ne yaptı. Evet, bir Türk Okulu dahi açmadı-açamadı, iki Türk çocuğuna burs verip Avrupa üniversitelerine göndermedi.
Son 30 yılda lider yetiştirme kavgamızı son bölümüne haftaya anlatacağım. Kalın sağlıcakla, her şeyden önce sağılık, mutluluk ve huzurlu günler dilerim. Saygılarımla
BULTÜRK
Bulgaristan Türkleri
Kültür ve Hizmet Derneği Genel Başkan
Rafet ULUTURK